İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Konferans’tan (bir arkadaşıma)

MUHTELİF BAZI KONULARA PARAGRAFLAR HALİNDE TEMAS

Her mevzuda olduğu gibi aldananlar ile aldatanları ayrı değerlendiriyoruz.

Herhangi bir mes’elede art niyetliler ile kandırılmış olanlara bakışımız aynı değildir.

Şeytanın kumandasındaki kâfirlerin ve münafıkların insan zeminine serptiği şüpheler, yalanlar, iftiralar elbette semere vermiştir, halen de vermektedir.

Her malın bir müşterisi mutlaka çıkmaktadır.

Asırlarca süren yalan ve iftira sağanağının aksi isbat edildiği halde ısrarla ve aynen tekrar edilerek halen devam etmesi de bu sebeptendir.

Mutlaka tuzağa yakalanan çıkmaktadır.

Tuzaklara düşenlerden, şüphelere yenilip aldanan ve müstakim çizgiden sapma yapanlar arasında iyi hallerini görüp sevdiklerimiz de olabilmektedir.

Her insanın farklı bir sapma hikayesi vardır.

Bu insanlardan bir kısmı, işin doğrusu güzelce izah edildiğinde yanlış yaptıklarını kabul edip tekrar sineye dönecek yapıdadırlar.

Bunların istikameti için duacıyız.

                                               ***

Yıllar evvel bir gün bir arkadaştan sosyal medya üzerinden mesaj geldi.

Bir ortak arkadaşımızın intiharın eşiğinde olduğunu yazıp acil ilgilenmemi istedi.

O arkadaşımızı arayıp bir müddet sohbet ettim.

Şükür intihardan vazgeçti. Benzer birkaç intihar vak’asıyla daha ilgim oldu.

Normal zamanlarda bu yapıdaki arkadaşlarla sohbet ettiğimizde olumlu etkileri oluyor, mesela onlardan alkolik olanlar tevbe edip üç aylar orucunu bile tutuyordu.

Neyse asıl konumuz bu değil.

Soru şu: İntiharın eşiğinde olan bir yakınınıza neler söylemek isterdiniz veya neler söylemek lazımdır?

Mesela ilmihal bilgilerinden olan kuyular hakkındaki hükümler, umrenin tatbikat, mahiyet ve hükümleri, itikafı bozan şeyler veya talak konusu ya da altın ile gümüşün zekatı “eşimin kolunda şu kadar altın var zekâtı ne kadardır” gibi hususları mı konuşurdunuz ölümün eşiğindeki o insan ile?

Halbuki bunlar da dini konular.

Daha üst bir soru soralım: Ölümün veya intiharın eşiğindeki zat bu tür dini konularda normal vatandaştan daha bilgili bir insan ise, ona neler söylenebilir ?

Bu suali ortaya bırakıp devam edelim.

Cevizi bilirsiniz. Sert bir kabuğu vardır, öz ise kabuğun içindedir.

Kabuk onu tehlikelerden korur, muhafaza eder.

Bu kabuğa ne gerek var derseniz özü tehlikeyle yüz yüze getirmiş olursunuz.

Bir kabuk da olsa o da cevizdendir, cevizin ayrılmaz bir lazımıdır.

İslami ilimler de bir bakıma öyledir.

Muamelat bahsi ayrıdır, akaid ayrıdır.

Temel mes’eleler başkadır teferruat başka.

Şeriatın yüzde doksan kısmı, Nass denilen birer sabit elmas sütun olan hükümleri ayrı, içtihada bırakılmış yüzde onluk kısmı ise ayrıdır.

Bütün hakikî ilimlerin madeni, esası, nuru ve ruhu imân ilmidir.

İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esâsât-ı imâniyedir. İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah’a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.

Saray ve ağaç benzetmeleri ile insan tarifi yapılan ve Konferans adlı eserden aktardığım bu paragrafta konu çok mükemmel özetlenmiş.

Temeli sağlam olmayan bir sarayın odalarını, çatısını, üst katların balkonlarını, duvarlarını dilediğiniz kadar özenle, baha biçilmez mücevheratla, en hünerli ustalarla döşeyip süsleseniz de bir faydasını göremez ve o sarayı yıkılmaktan kurtaramazsınız.

Bu cümlelerin söylendiği yıl 1950, yer ise Ankara Üniversitesi’dir.

1950 yılında Ankara Üniversitesi’nde fakülte mescidinde verilen bir konferansta sarf edilen şu ifadelere dikkat ediniz:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imânın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır.

Hususan bu yirmi beş sene içinde (1925-1950 arası kastediliyor muhtemelen), tarihte görülmemiş bir halde münâfıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imânın erkânına yapılan suikastlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki, imânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lakaytlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır.

Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir; imânı kurtarmaktır.

Her şeyden ziyade imânın esasatıyla meşgul olmak kat’î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir.

(Mübrem: acil ve en mühim.)

Bu, Türkiye’de böyle olduğu gibi, umum İslâm dünyasında da böyledir.

***

Bu tarifler ışığında baktığımızda, mesela kuyu örneği gibi hususlarda detaylı bilgisi olan birisi, iman esasları noktasında çoğu mü’minden geri olabilir.

Ancak bu mühim farkı herkes ayırd edemeyeceğinden o şahıs İmani hususlarda da mükemmel yetişmiş birisi zannedilebiliyor.

Araştırıcı olmayan bir toplumda böyle kişiler, din ile alakalı her hususta referans kabul ediliyorlar.

Vatandaş, kitapları açıp araştırmak veya ihtisas gerektiren konunun asıl uzmanına sormak yerine bu kişiye alo deyip aldığı cevap ile amel ediyor.

***

Muamelat ile alakalı konularda bilgili bir arkadaş düşünelim.

Çevresindekiler tarafından derin hoca olarak görülen o kişiye, amelim acaba olmuş mudur, şu şekilde namaz kılmak zorunda kaldım acaba kabul olur mu diye muamelat ile alakalı tereddütlerinde bu arkadaşı arar ve cevabına tabi olurlar.

Bu kişi eğer istikamet ile devam etse, kafa yorup mesai harcadığı o sahada çevresindekilere elbette büyük faydası dokunur.

Fakat bazen olur ki bu meselelere, Rabbimiz bizden bu işleri nasıl yapmamızı istiyor sualine gerçek cevabı aramak yerine, bu muameleleri en aza nasıl indirebilir veya bunlara mecbur oluşu nasıl ortadan kaldırabiliriz yaklaşımıyla da bakılabiliyor.

Yani sorumluluk yükünden kurtulmak asıl niyet oluyor.

Mesela namaz konusu nasıl gevşetilir, şu mükellefiyeti nasıl iptal edebiliriz. Muhalif insanlar bu konularda neler söylemişler diye aranır ve bulduğu zayıf ipçiklere kalın bir halat gibi yapışır.

İlk başlarda kendisinin terk ettiği o muamelatın bir müddet sonra aslında gereksiz olduğunu çevresine fısıldamaya başlar.

İslamın rükünlerindeki gevşeklik imanın rükünlerindeki za’fın habercisidir.

Böyle bir niyet bozulması olmadığını farz edelim.

Karşılaşılan ameli mes’elelerde karşımıza birisi ruhsat diğeri azimet olarak adlandırılan iki yol çıkar.

Ruhsat, kulların özürlerinden dolayı, kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru’ kılınan şeydir.

Sefer halinde Ramazan-ı Şerif orucunun tutulmaması gibi.

Azimet ise, takvâ ile amel etmek. Allah’ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmaktır.

Bir mes’elede, azîmet ile ruhsat ikilemi karşımıza çıkınca, azîmeti tercih edip taraftar çıkmak, takvanın alametidir.

Biz de çok takvalı bir arkadaş gözüyle baktığımız kişinin mesela ruhsatlarla mı yoksa azimetle mi amel ettiğine bakarak takva ile mesafesini bir derece anlayabiliriz.

***

Neredeyse camianın şeyhülİslamı gibi baktığınız, dini her meseleyi kendisine sorduğunuz kişinin de bir gün ayağı kayar.

Bu kaymadan nedamet etmezse boğulup gidebilir de.

Sizin için İslami hususlarda bir model, bir istinad kaynağı olan kişinin bu şaşırtıcı hali imanınızda zayıflığa yol açabilir.

Bu bile böyle olmuşsa diye başlar itirazlarınız, sonra o kayma noktalarına doğru siz de sürüklenir gidersiniz.

Oysa bu o kişinin de bizim de imtihanımızdır.

Herkes kendisi için irade buyurulan muhtelif hallerle imtihan edilmektedir.

Düşe kalka, bazen iyi puan bazen düşük not ala ala, dünya adlı okul kapanana kadar veya biz bu okulu kalmış ya da geçmiş olarak terk edene kadar iniş çıkışlar sürüp gidecektir.

Aynen şu cümlelerin ifade ettiği gibi:

“İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet cami bir istidat verildiği için, esfel-i sâfilînden tâ âlâ-yı illiyyîne, ferşten tâ Arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamâta, merâtibe, derecâta, derekâta girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suûda giden iki yol onun önünde açılmış bir mucize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.” (Bediüzzaman, Yirmi Üçüncü Söz)

***

Başa gelen hadiseler ve kader bağlantısı…

İnsandan sudur eden fiilleri düşünüyoruz.

Necib fazıl’ın “fiillerin faili kul, Halikı ise Allah’tır” şeklinde Bediüzzaman’ın ise “kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir” (yani şer fiilini yaratmak değil, irade edip işlemek şerdir) şeklinde formüle ettiği kader ve fiillerimiz konusunu tefekkür ediyoruz.

Mesela şu mealdeki ayet karşımıza çıkıyor: “Sizi de, yaptıklarınızı da yarattı.” (Sâffât Sûresi, 37:96.)

Bir fiilin oluşmasındaki etkenleri sıralıyoruz sonra: Şahsi hatalarımız, ihmallerimiz, alışkanlıklarımız, şeytanın rolü, başka şahısların hariçten müdahalesi, zeminin uygun oluşu ve daha birçok sebebin neticesinde irademizle bir fiil işliyoruz.

Ama sorumluluğu ise, bütün etkenleri konu dışı bırakıp sadece Allah’a yüklüyoruz. Kadere itiraz ediyoruz.

Adam evine haram lokma götürüyor. Zaruret kavramını kendisine siper etmiş. Mecburen rızkımı böyle kazanıyorum, ülkenin şartları böyle gibi gerekçeler var bilinçaltında.

Yani kendisini kandırıyor.

Zamanla normalleşiyor bu hal.

İlk başlardaki haram tedirginliği kaybolmaya başlıyor.

İyi de para kazanıyor.

Sonra işler bozuluyor birden bire.

Farklı şartlar oluştuğundan artık para akmamaya başlıyor.

Yüksek miktarlarda borca da girmiş oluyor.

Bunalım giderek ve şiddetlenerek artıyor.

Bu borçluluk hali yaşantısında katlanılması zor mecburiyetleri de getiriyor.

Ondan sonra bu kişi tutuyor kader ile mücadeleye başlıyor ve bütün hesabı kadere kesiyor.

Yani Bediüzzaman’’ın ifadesiyle Kırılan kol ile dövüşmeye kalkıyor.

Diğer bir ifadeyle başını örse vuruyor.

Halbuki başı kırılacak ama örse bir şey olmayacak.

Aynı şahsın başına kendisiyle ve yakınlarıyla ilgili başka bazı alanlarda da içinden çıkılması zor haller geliyor. 

O hallerin sonuçlarını da yanlış okuyunca Allah’a itiraz dürtüsü başlıyor onu fişeklemeye.

Gidiyor ya sahabeye, ya imamlara, ya müceddidlere çarpıyor kafasını ya Hadis’e…

Hızını alamayıp ayetlerle de hesaplaşması lazım ama Kur’an’ın mana ulviyeti ve zenginliği buna mani.

Bu sefer o manaları basitleştirme çalışmalarına meylediyor.

Meal takıntısının bir sebebi de budur.

Meal, bir insanın Kur’an kelimelerinin sözlük karşılıklarından anladığı manadır.

Bu sebeple ona Kur’an demiyoruz meal diyoruz.

Meal, Kur’an’ın mukaddes, ulvi, parlak vasıflarının bütününü gösteremez.

Bu yüzden o kişi anlayışına mani olan ayete farklı mana verecek ya da “o kadar yüceltilen Kur’an’ın anlamı bu kadar basitmiş meğer” noktasına alçalıp nihayetinde Allah’ın fermanını da aklınca devre dışı bırakmış olacak.

En azından Kur’an hakkında şüphe ve vesveselere düşmüş olacak.

Ve gelinen noktada Kur’an Müslümanlığı söylemiyle Kur’an’a dönelim diyerek, sözlerini “Kur’an böyle söylüyor” şeklinde sunup, Kur’an’ın kelamını kendi ifadelerine/meallerine mahkûm etmeye çalışacak.

Kur’an, elmas, pırlanta, yakut, altın gibi bin bir çeşit cevherlerle dopdolu bir hazinedir.

Mealcilik salgını/hastalığı/akımı ise onu bakırdan ibaret gösterme inadından ve kibrinden başka bir şey değildir.

Zahirperestlerin ve aklı kıtların daha çok iştirak ettiği bir anlayıştır.

Zira tefsir gibi kainatın kanunları, Kitab’ın nassları, Resulullahın sünneti, Ashabın hayatı gibi bir çok sahaya vakıf olmayı gerektiren bir disipline ihtiyaç yoktur mealde.

Kelimeye Türkçe sözlükte hangi karşılıklar verilmişse onlardan birisinin tercihi ile yapılır meal.

Halbuki tefsir ihatalı bir çalışma, gayret ve mesai icab ettirmektedir.

Meal taraftarları kolaycılığı tercih etmekle anlam zenginliğini kaybetmekle birlikte tercih edilen manada isabeti de kaybetmektedirler.

Bunu yaparken Kur’an siper edilir, bu kitap anlaşılsın istiyoruz söylemiyle asıl niyet perdelenir, karşı çıkanların gardı indirilir.

Bu manaları anlatmaya yüzlerce yıldır Ebubekir’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Ali’ler, Hasan’lar, Huseyn’ler, daha binlerce sahabe, on binlerce müfessir, ulema, asfiya, evliya yetmemiş ama bir tane mektep görmüş sözlük uzmanı çıkmış, Allah’ın vahyini bir sözlüğün daracık anlam kafesine sığdırmaya çalışıyor.

Bir denizde, hesapsız cevherlerin çeşitleriyle dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim.

Dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar.

Gözleri kapalı olduğundan, orada neler olduğunu el yordamıyla anlamaya çalışırlar.

Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer.

O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir.

Arkadaşlarından, başka bir cevheri işittiği vakit hayal eder ki, onların bulduğu cevherler onun bulduğu elmasın tâbileri, kısımları ve nakışlarıdır.

Bir kısmının da yuvarlak bir yakut eline geçer.

Başkası, dört köşeli bir kehribar bulur ilaahir…

Her biri eliyle gördüğü cevherin, o hazinenin aslı ve en büyük kısmı olduğuna inanır.

İşittiklerini ise o hazinenin fazlalıkları ve teferruatı zanneder.

İşte mealci kafanın ihatası olmadığından dar anlayışıyla hakikati tartmaya kalkar, yanılır.

Kavrayamadığı azametli meseleleri ise inkara yeltenir.

Kimi kelimelere abuk subuk mana elbiseleri giydirerek manaların mahiyetini değiştirir. Hakikatin muvazenesini bozar.

Şöyle bir gariplik de var.

Konu din olunca herkesin aklı yetiyor, dünya işlerine gelince illa konunun uzmanı aranıyor.

Hastalandığında uzman doktor; aracı arıza yaptığında otomobil tamirci ustası; evi için işin erbabı boyacı gibi ihtisasları kabul edip kapılarında kuyruk olanlar, “bizim de aklımız var” diyerek din ilminde rasih olanlar’ı kabul etmemeye başladılar. (bknz. Nisa: 162)

Bazılarında enaniyet öyle şişkinlik yaptı ki, ayet ile aklını yarıştırmaya veya ayete ya da hadise aklını müfettiş ve hakem kılmaya başladı.

***

28 Şubat baskı döneminde, yeni bir devlet İslam’ı formatıyla İslam’da reformu hedefleyenler, bu maksatla Batı çalışma Grubu uhdesinde dini devlete göre yontan Hüseyin Atay, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz, Süleyman Ateş gibi 100’e yakın ismi bünyesinde toplayarak çalışmalar yaptılar.

Fazlur Rahman ve benzerlerinden çevirilerle beyinleri bulandırdılar.

Hele şimdiki FETÖ adlı münafıklığın bin bir çeşidini ustaca tatbik eden cereyanları da düşününce mü’minlerin zihinlerine serpilen fitne tohumlarını hesab ediniz.

Namaz kılmayı ordudan atmanın bir gerekçesi sayanlar, aynı ordunun matbaasında güya İslami olan kitapları hem de binlerce adet bastırır mı ?

Kitaplığımda bir nüshası bulunan Y.N. Öztürk’ün bir kitabı mesela o şiddetli baskı döneminde hem de genelkurmay tarafından 500 bin adet basılıp dağıtılmış.

Bu reformcu tuzaklara kimbilir kaç arkadaşımız takılıp kaldı.

Bu yazar kadrosunun ekseriyetinin referansları veya besin kaynakları oryantalistler (şarkiyatçı-doğu bilimciler) olduğu ülke gündemine getirdikleri konu başlıklarından, konuların mahiyetinden hatta kullanılan kelime ve cümle terkiblerinden apaçık anlaşılmaktadır.

Taklidi birebir yapmaktan bile kaçınmamışlar.

İnsan hiç olmazsa farklı kelimeler kullanıp, cümleyi farklı kurarak meramını ifade eder.

İslam içerisinde yaralar açmak, ihtilaflar çıkartmak, şüphe tohumları saçmak isteyen bu oryantalistlerin eserlerinde hangi iddialar varsa tamamını kucaklayıp ülke gündemine boca ettiler.

Televizyonların kapıları bu reformcu yazarlara ardına kadar açıldı.

Böyle bir topyekûn saldırıdan aklı, beyni, kalbi yara almadan kurtarmak zor işti elbette.

Nitekim çok sayıda insanımız bu şüphelerle beyin bulanıklığına maruz kalıp adım adım kayıp gittiler.

21 Temmuz 2019

https://www.facebook.com/571kenankilicaslan632/posts/pfbid0ptmTc29Ny92JerQL6MgWjzDm5UhLtjCmXE3XujpuahQaTs4oWVmsngmePZyHfQFZl

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir