Şeriatın zahirine aykırı veya küfür derecesinde tesirli kelime veya hareketler hayatımızdan hiç eksik olmuyor.
“İmanınızı la ilahe illallah ile yenileyiniz” [1] mealindeki hadis-i şerife icabet ederek bu zikre ve manasını ders veren sohbetlere, ilmi çalışmalara hiç ara vermemek lazım.
Bu minvalde tehlikeli ifadelerin sıkça kullanıldığı siyasi hayatımızın inanç dünyasındaki zaaflardan beslenen bir yanlışı da sebeplerde boğulmaktır.
Bediüzzaman’ın Birinci Söz’de dediği gibi: “Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet ise, öyle de, zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikîyi unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.”[2]
Sultanımız çok değerli bir hediye göndermiş ve biz kargo görevlisini göklere çıkartıyor ve o muhteşem hediyeye mukabil bütün teşekkürü o görevliye yapıyor, minnetimizi ona yöneltiyoruz.
Bizi nimetlerle terbiye eden Rabbimiz yerine, maaşımızı aldığımız kişi veya kurumlara duyduğumuz minnet gibi. Sebepleri yaratanı göz ardı edip, yaratılmış sebeplerde boğulmak…
Bir neticenin, zahiri sebebiyle beraber görünmesi insanı aldatıyor.
Mesela, bize rızık geliyor ancak bu geliş çeşitli vesilelerle oluyor.
İşyeri, tarla, yağmur, patron, mürşid, bu sebep her ne ise biz o noktada sabitlenip kalıyoruz. Sebebin ötesine geçemiyoruz.
Buna, yani bir şeyin zahirî sebebiyle beraber görünmesine İKTİRAN deniliyor.
Meselâ bahçenizde gül yetişmesi, aynı zaman diliminde, zahiri sebepler ile birlikte, bahçeye su vermek gibi sebepler bir araya gelince mümkün oluyor.
Veya size vesile kılınan bir mürşidin irşadiyle hidayete ermeniz, netice ve sebep -aynı zaman dilimi içerisinde beraber bulunduğu için- hidayet gibi ulvi netice mürşide veriliyor.
Halbuki itikadımızca hem o zahiri sebeplerin hem de o neticelerin hakiki sahibi ancak Cenab-ı Hak’tır.
Aynı şekilde, bir neticenin meydana gelmemesi de, yine sebeplerden bir veya bir kaçının yokluğuyla aynı zaman diliminde olduğundan, o neticenin meydana gelmemesine madem o sebeptir, öyle ise, meydana gelmesinin de yegâne sebebidir şeklinde yanlış bir kanaate yol açıyor. Şükür ve minnet o sebebe yöneliyor.
Oysa bize gelen bir nimetin varlığı, lazım gelen bütün şartların varlığına bakıyor. Yokluğu ise bir tek şartın yokluğuyla olabiliyor.
Mesela, donanımlı bir bahçemiz var, lakin bahçeyi sulamak için hazır olan tertibatın sadece musluğunu açmıyoruz. Bir tek bu sebebin yokluğu o bahçenin kurumasına ve yokluğuna sebep oluyor.
Fakat o bahçenin, içindeki nimetlerle beraber var oluşu, musluğu açma hizmetiyle birlikte topraktaki elementlerden nem oranına kadar yüzlerce sebebe bakıyor.
En önemlisi ve gözden kaçırılanı ise, neticenin meydana gelmesinin hakiki illeti olan İlahi kudret ve Rabbani iradedir.
Demek ki, illet ayrıdır iktiran ayrıdır.
İllet, hakiki sebeptir ve gaflete düşülen nokta burasıdır.
Rabbimiz size bir nimet gönderiyor. Bir dostunuzun size hediye verme niyeti de o nimetle aynı zaman diliminde beraber olmuşlar.
Burada illet rahmet-i İlâhiyedir.
Evet, o dostunuz hediyeye niyetlenmeseydi o nimet size gelmezdi, yokluğuna illet olurdu. Fakat o hediye meyli, o nimete illet olamaz. Ancak yüzlerce şarttan sadece bir şart olabilir.
Meselâ, sofilerin, dervişlerin tarikat dersine olan ihtiyaçları ile mürşide ihsan edilmiş bulunan zühd ve takvayı yansıtma ve yayma kabiliyeti beraber aynı zaman diliminde bir araya geliyorlar.
Veya Nur talebelerinin Kur’an derslerinden istifade nimetine olan ihtiyaçlarıyla üstadlarına verilmiş olan ifade nimeti beraber aynı zaman diliminde bir araya gelmişler.
Bu durumda kalkıp da, mesela “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.” diyerek minnettarlığımızı, bütün bu nimetlerin ve ihsanların hakiki sahibi yerine sebeplere yöneltirsek hata yapmış oluruz.
Lehülhamd,.. Yani varlık dünyasında medhedilmeye, övülmeye layık olan bütün kemâlât O’nundur. Öyleyse, hamd dahi O’na aittir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ O’na aittir. Çünkü övgü sebebi olan nimetler, ihsanlar, kemal, cemal, şükür ve hamde sebep olan her şey O’nundur, O’na aittir.[3]
Bu izahlardan hareketle siyasi sahaya bakarsak eğer, akla ilk gelen, Anıttepe bezirgânlarının dostluk taassubudur.
Bu taassup Rabbimizi hiç hesaba katmadığı gibi, sebepler arasında da adil davranmamakta ve hisse sahibi olan bir sebebi yaratıcı derecesinde yüceltirken, diğer hisse sahibi sebeplerin tamamını (milletin ve ordunun bütünü gibi) aşağılamış ve değersiz kılmış olmaktadır.
Kahraman ordunun zaferi ve şerefi, sayısız nefer ve subayın ve yakınlarının kitaplara sığmayan hizmet ve fedakârlıkları tek bir kişiye verilmektedir.
Önem derecesi farklı olmakla birlikte o tek kişinin de bir hissesi vardır elbette.
Ancak, nasıl ki ordunun ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır.
Hep birlikte kazanılan zafer ve şeref de herkese aittir, tek bir kişiye tahsis edilse zulümdür.
Dillerinden ordumuzu düşürmeyen bu bezirgânlar hakikatte orduyu sevmemektedirler.
Çünkü bütün şerefi ve manevi ganimeti o tek dostlarına verip, orduyu şerefsiz bırakmış olmaktadırlar.
Bir tek adamı sevme yolunda kahraman milletin bütününe ve bu bahadır ordunun bütün mensuplarına ihanet, haksızlık ve düşmanlık etmiş olunuyor.
Daha da fenası, tevhid açısından son derece zararlı söylemler, ehl-i imanın dahi lisanında hem de rahatlıkla ve sıkça gezinmektedir.
Öyleyse, yüzümüzü sebeplerden çevirip şu ibrete kulak vermeliyiz: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar”[4]
19 Ekim 2011 – 2:22
[1] Müsned , 2/359; et-Terğib ve’t- Terhib, 2/415
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Birinci Söz
[3] Bknz, Bediüzzaman Said Nursi,, Mektubat, Yirminci Mektub, Beşinci Kelime
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yedinci Şua
İlk yorum yapan siz olun