Deniliyor ki, bu memlekette milliyeti mabud edinme, hakiki Türk görünme yarışı, dini ve Allah’ı bir tarafa atma hastalığı türemiştir.
Sahi, böyle bir hastalık var mıdır yoksa Türk kelimesini bu ülkeden kazımaya azmetmiş Türk düşmanları mı bu tür tespitleri uydurmaktadırlar?
Hakikaten, insanlarımızın duyarlılıkları, hassasiyetleri ve kavga sebeplerini dikkate alarak, bize yabancı bir insan dışarıdan baksa, bu ülkede iç içe geçmiş ve bazıları birbirinden beslenen en az beş büyük din olduğu kanaatine varır: Kemalizm, Laiklik, Türkçülük, Kürtçülük ve İslâm…
Aynı sebepler biraz daha genişletilerek bakılsa bunlara belki mezhep taassubunun dine dönüşmesi gibi hususlar da ilave edilebilir.
Burada bizim asıl konumuz, bir ferdi olduğumuz camianın duruşuyla alakalıdır.
Elbette, bireylerin kalplerindeki samimi millet ve vatan sevgisi ile milleti yapılandırmak isteyen ideologlar ayrı değerlendirilmelidir, ancak bu tespit veya iddia vesilesiyle kendimizi böyle bir tehlikeden halas etmek için test etmemizde de fayda olacaktır.
Dini öteleyen, dinî inanç ve kültür değerlerini tasfiye eden ve sadece kuru bir ırk ve yurt duyarlılığını temel alan ulusalcılık gibi akımlara kapılan insanlarda böylesi hastalıklar normal görülebilir de, acaba İslâmî duyarlılıkları olmakla birlikte Türk milliyetçiliği fikrini de sahiplenen insanlarımızın bu hastalıkla mesafeleri ne durumdadır?
Kibir ırkçılığı ile milli iftihar kavramı arasında nerede duruyorlar?
Burada imânî tehlike söz konusudur.
“Asıl musibet, dine gelen musibettir.”[1] İmanımıza musallat olan musibetlerden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye sığınmalıyız.
Kendimizi bu anlamda sorgulama teklifi, tepki de görmektedir.
“Vatanını, milletini sevmek suç mu kardeşim?” gibi hissi davranışlarla bazılarımız uçuruma sürüklenme riskini taşıyan hallerimizi inatla reddedip, uyarıcı her ikaza ve fırsata kapısını kapamaktadır.
Gençlik devremizde anlamsız ve art niyetli bulduğumuz “Önce Türk müsün yoksa Müslüman mısın?” gibi soruların cevabının, milletin mukadderatını etkileyecek irade beyanına mesnet olacağı çok tehlikeli bir zaman dilimindeyiz.
Şahsen o dönemlerde beni çok rahatsız eden bu tür sualler, meğer vatan sevgimizin, milli hasletlere duyarlılığımızın, ustaca planlar ile din haline getirilmek istendiğinin ikazları imiş.
Ve bugün o dönemleri paylaştığımız can dostların bir kısmının -PKK denilen örgütün canımızı yakması ve içimizden şehitler alması gibi etkenlerden dolayı- maalesef bu sorguyu haklı kılan hallerine sıkça şahit olmaktayız.
Halbuki bize düşen dengeli ve akıllı tavır, kavramlara hadlerini bildirmek, mabudumuza, ilahımıza olan iman ve muhabbeti muhafaza ederek, izni ve müsaadesi olanlara da –istikametten ayrılmadan- muhabbete devam etmek; milletimizin güzel meziyetlerine olan hayranlık, taklit ve iftihar duygularımızı inatla vahyin önüne geçirmek yerine haddimizi bilerek, semavi referanslarla Rabbe ulaştıran bir yola çevirmek olmalıydı. Aynen milli iftihara şu misal gibi:
“İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı (hücum ve saldırıları) def ettiniz. Tâ ‘Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler, Allah yolunda cihâd etmekten dolayı kendilerini ayıplayan ve azarlayanlardan da aslâ korkmazlar’ mealindeki Kur’an âyetine güzel bir mâsadak (ayeti fiilen tasdik etmiş) oldunuz.” [2]
Irklar, simalar, lisanlar Allah’ın ayetleridir.
“Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.” [3]
Bu ırk meselesinin dört anahtar kelimesi var ki ilk ikisi Rabbimizin muradı, diğer ikisi ise iblislerin arzusudur.
Yani farklı yaratılışımızın hikmeti insanların birbirlerini tanımaları ve yardımlaşmaları (tearüf ve teavün) iken, insi ve cini şeytanların desiseleriyle inkâra ve hasım olmaya (tenakür ve tehasuma) sebep yapmaktayız.
Vatanperverlik ve milli hisler İslâm’ın hizmetinde, dinin kalesi ve zırhı olmalı, onun yerine geçmemelidir.
Çünkü İslâm bu hislerin kazanımlarından binlerce katını uhuvvet (din kardeşliği) anlayışıyla zaten kazandırır.
Hem uhuvvet berzah ve ahret âlemlerine de dönüktür, yalnız dünya hayatımıza bakmaz. Uhuvvet yerine ırkçılığı tercih etmek, içerisinde hazine bulunan kalenin taşlarını tercih edip, hazineyi ise dışarıya atmak gibidir.
***
Masonlar gibi huzurun düşmanı gizli dinsizler, ırkçılığı kullanarak insanlığa büyük zararlar verdiler.
Dessas, aldatıcı Avrupa zalimleri, ırkçılık fikrini İslâm dünyasında olumsuz bir biçimde uyandırdılar ki ümmet parçalansın ve onlar da yutsunlar. Öyle de oldu. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidip perişan olanların halleri, olumsuz anlamda milliyetçiliğin zararını gösterdi.
Şimdi ise, Avrupa ülkeleri, âlem-i İslâm’ı parçalamak maksadıyla içimize aşıladığı frenk illeti denilen ve en başta merhamet gibi duyguları tahrip eden, bizdeki uygulaması kardeşine kıyacak gaddarlıkta katil adaylarını (!) meyve veren ve Deccal’in dini olduğu yönünde yorumlar da yapılan ırkçılık hastalığından kendi nesillerini korumak maksadıyla sosyal projeler geliştiriyorlar.
Bu hastalık ve ideoloji, çok zararları ve tehlikelerine rağmen, zevkli ve çekici bir ruhi durum sağladığı, dini hassasiyetleri gitgide körelten nefsanî bir lezzet ve uğursuz bir kuvvet temin ettiğinden, zevk ve coşku hatırı için bu fikre meyil duyanlar oluyor.
İyi niyetli yaklaşımlarla, ırkçılığın çok sivri yönlerini budayıp, İslâmî referanslarla yumuşak biçimlere dönüştürenlerin bu samimi yorumları ise maalesef bu illete kapılanlara dayanak olmaktadır.
Bir görüşe göre, cahiliye asabiyesinin yani ırkçılığın modern sürümü olan nasyonalizm Türkçeye milliyetçilik diye yanlış aktarılarak geçirilmiş ve şirinleştirilmiş.
Modernizm, ulus-devlet tasarımına bu ideolojiyi gerekçe yapmış ve ırkçı resmi ideolojinin ırka yüklediği anlam, devlet eliyle planlanan bir toplum mühendisliğinin yapay bir inşanın ürünü.
Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabında “Tanrı öldü…” diye ilan ettiği gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, “Din yok, milliyet var” söylemiyle, “iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirmek” maksadıyla, İslâmî formatın hayattan dışlanarak yerine olumsuz biçimde Türk milliyetçiliği unvanı altında ırkçılığın sürekli kutsanarak devlette hâkim kılınmaya çalışıldığını ve hatta bu manada milliyetçilik âlet edilerek toplumsal hayatta İslâmiyet’i hatırlatan unsurlara yani İslâm şeâirinin bir kısmına karşı Türkçülüğün kullanıldığını da hatırlayalım.
Irk hassasiyeti, dini de milli kimliğine uydurmaya çalışır.
Öyle ki, dinden kendi milletine dair yaptığı çıkarımları, bir başkası diğer bir millete de isnad etse bunu hazmedemez.
Din ancak kendi ırkına hitap etmelidir.
Hem, “unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gidemez”.
Efendimiz (asm) ırkçılığın tespitine dair şöyle bir ölçü vermiştir: “‘Ey Allah’ın Resulü’ dedim, ‘asabiyet nedir?’, ‘Asabiyet, zulümde kavmine yardım etmendir’ buyurdular.” [4]
Yine Ebû Hüreyre’nin bir rivâyetinde şöyle gelmiştir:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Kim itaatten çıkar, cemaatten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü’min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim” [5]
Bunlar ve benzeri birçok nass bu konuda bize yeterli olmalıyken maalesef cereyan eden hadiselerin tahrik ettiği mantık, kendince birçok husumet gerekçesi üretmektedir.
Soykırıma kadar varan şiddeti haklı görebilecek derecelere çıkabilen ırkçılık, körü körüne taraftarlığı doğurur ve başkalarını yutmakla beslenir.
Kürtçülük örneğinde olduğu gibi eşitliğe dayalı ırkçılıkta ise bu yutma faaliyeti, bir karşı hareket, kin ve intikam ateşi şeklinde kendisini gösterir.
Emevîler, milliyeti ön plana çıkarıp siyasetlerine karıştırdıkları için, hem bütün İslâm âlemini küstürdüler, hem de bu sebeple çok felâketlere uğradılar.
Devlet felsefelerinde İslâm milliyeti yerine Arap kavmiyetçiliğini ikame ettiler.
O kadar ki, Müslüman dahi olsa, diğer ırklara mensup olanlara “memalik” (köle) nazarıyla muamele etmişler, bu da diğer ırkların millî gururunu rencide etmiş ve bir tepki olarak eşitlik ırkçılığını netice vermiştir.
Başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın tabiatı icabıdır.
Türk milleti ise dünyanın her tarafında Müslüman olduğu; milliyetçilikleri, milli seciye ve asaletleri İslâm’ın denetiminde olduğundan böyle bir düşüklüğe zaten müsait değildir.
Türk, Müslüman demektir.
Hatta Müslüman olmayan Türkler, Türklükten de çıkmışlardır.
Bizim ırkçılarımızın bu körlük ve şiddeti, hırçınlık ve öfke nöbetleri aynı biçimde seyre devam ederse, Türk milletini bölecek ve en evvel Macarlar ve Bulgarlar gibi İslâm’ı terk etmekle gitgide Türklüğünü de kaybeden grupları doğurup bizden kopardığı gibi, tetiklenmiş olan birçok unsurun yine bölünüp ayrılmalarına sebebiyet verecektir.
Yani asıl bölücülüğü ırkçılar yapmış olacaktır.
Toplumu ayrıştırmak için son zamanlarda Şamanizm ve benzeri birçok akımın desteklenip palazlandırılmaya çalışılması, buna mukabil dindaşlarımız olan Kürtlere ve Araplara karşı husumeti topluma yayarak kökleştirme çalışmaları maalesef dikkatlerden kaçmaktadır.
Birbirine muhtaç, birbirinden mazlum, birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen Müslüman toplumların, ırkçılık sebebiyle birbirlerine yabanî bakması, birbirini düşman telâkki etmesi öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez.
Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arkasını dönüp, ısırma tehlikesinden dolayı mukabele için cephesini sineklere karşı dönmek gibi bir divanelikle, Avrupa’nın büyük ejderhalarının doymak bilmez bir hırs ile pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, hatta mânen onlara yardım sayılan ırkçılık fikriyle şarktaki vatandaşlara, güneydeki veya kıble yönündeki dindaşlara düşmanlık besleyip onlara karşı cephe almanın çok zararları ve tehlikeleri vardır.
O dindaşlara karşı körüklenen ve beslenen düşmanlığımız, dolayısıyla İslâmiyet’e ve Kur’ân’a dokunur.
İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı böyle bir tavır ise, bütün bu vatandaşların dünyevi ve uhrevi hayatlarına karşı bir çeşit düşmanlık demektir.
Güya milli hasletlerin topluma egemen olmasına çalışıyorum derken, iki hayatın temel taşlarını harap etmektir.
Dünyasını da ahretini de berbat etmek hükmündedir.
Hem İslâmiyet milliyeti bizleri Salâhaddin-i Eyyubî, Celâleddin-i Harzemşah, Sultan Selim Han, Barbaros Hayreddin Paşa ve Zaloğlu Rüstem gibi ecdatların benzeri dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi yapar.
Herkesi diğerinin haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve ulvi bir hayatın programı olan İslâmiyet milliyeti bize kesin bir emir ile ferman ediyor ki: Her biriniz İslâmî hayatın aynası, Müslümanların saadetinin hâmisi ve adeta bütün Müslümanları temsil edercesine bir yaşantının sahibi olunuz.
***
Irkçı cephelerde teselsül ve tetikleme var.
Gerekçelerini birbirlerinden alıyorlar.
“Bak, Türkler bize şöyle yaptı…” veya “Bak Kürdler şunları yaptı…” gibi…
Bütün meşruiyetleri hasımlarının varlığına ve zulümlerine bina edilmiş.
Halbuki bütün bu cephelerin kızışma noktası, her ikisinin de başının asıl belası, Süfyanizmdir.
Kürtlerin hakiki düşmanı Türkler olamaz, Türklerin hakiki düşmanlarının Kürtler olamayacağı gibi…
Bu ölümcül ayrışmanın arka planında, Süfyanizmin ahir zamanda İslâm dünyasına ihtilaf vermek için özellikle Arap düşmanlığını üretip, büyütüp beslemesi ve buna Kürt düşmanlığını da ilave etmesi vardır.
Öyleyse Deccal’ın planı Türkler, Araplar ve Kürtler arasında din gibi muhabbet bağlarını güçlendirmekle bozulur.
Önümüzde öfke, intikam gibi hisleri kabartılan ve üstünlük iddiasından kaynaklanan ırkî taraftarlık yani galibiyet ırkçılığı yapan güya Türkçü potansiyel ile şımartılan ve kabahatleri, kadrolaşması gözardı edilerek büyütülen ve eşitlik ırkçılığı yapan Kürtçü potansiyelin damarlarına zerkedilen Ye’cüc-Me’cüc haydutluğuna benzer çapulcu, talancı, değer gözetmeyen, kana doymayan, canavarlaşmış ruh haline tesirli bir ilaç bulma meselesi durmaktadır.
Kürt’ü PKK’nın pençesinden, Türk’ü ırkçılık tuzağından kurtarmanın yegâne çaresi ise, Kur’an okumalarıdır, Kur’an dersleridir.
Kabirde sorgu ile müekkel meleklerin “Irkın nedir?” türünden sual soracağına dair bir rivayete rastlamıyoruz.
Nuh aleyhisselamın gemisinde, Türk, Kürt ve Arapların atası olan zatların o gemide nasıl kardeş olup, nasıl aynı Rabbe itaatkâr, sadık kullar olduklarının, o gemide beraberce nasıl bulunduklarının formülünü devlet iradesi ortaya koymalıdır ve milleti bu formüle davet etmelidir. Vatan kan gölüne dönmeden…
Doktor hastasına silahla yaklaşmaz.
Şiddet böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez.
Sertlikle mukabele edilirse, inançsızlık veya bu tür anlayışlar kalbe girer, saklanır, nifaka dönüşür.
Bizim elimizde semavi nurlar olmalı, siyaset topuzu değil.
Kur’an’ın nuruna karşı konulamaz, nurdan kaçılamaz, nurun görülmesinden zarar gelmez, nur kimseyi incitmez, ışığıyla okşar…
Bugüne kadar yaşananlar gösteriyor ki çoğunluk elinde değnek tutmayı tercih etmiş ve o da itici olmuş, bu sebeple nur hakkıyla gösterilememiştir.
Gösterilse de diğer el sopa tuttuğu için muhatap “Acaba gösterdiği nurla beni çekip, kandırıp sonra da sopayla dövmek mi istiyor?” diye elbette telaş edip endişeye düşer.
İnsanı sarhoş ve sersem eden bu tarz sosyal hayatın bataklığına düşmüşlere sadece semadan gelen nur gösterilmelidir.
Bu vatan hastanesinde elbette cehalet hastalığına ilim ve fen; düşmanlık hastalığına ise uhuvvet ilacı yazılmalıdır.
Kur’an ve Peygamber (asm) ısrarla “uhuvvet” diyor ve bizler bu ısrarı “Ama…” ile başlayan itirazlarla yoruma yelteniyorsak elbette imânî tehlike var demektir.
Canavar olmaya itilen bu toplumun fertleri olarak, Bediüzzaman’ın Şam Hutbesi’nde tespit ettiği 6 hastalıktan biri olan “Hep düşmanlığı tercih edip düşmanlığı sevme”nin süratle izalesi; şefkat adı verilen sönmüş ve ölmek üzere olan hissimize ise can verilip olabildiğince beslenmeye çalışılması gerektiği açıktır.
Irkçılık insanı öyle bir derekeye indirir ki, dehşetli bir suçu, 40 bin cana kıyılması gibi bir korkunç zulmü bile kahramanlık olarak niteletip alkışlatmaktadır.
Buna internet ortamından dehşetli bir misal:
Sefil Sair: Gülseren haklısın! Her ırkın annesi gibi Türklerin de anneleri dediğini yapar. Kürt anneleri öyle yapamaz! Çünkü gücünü bilir. Fakat Kürt annesi öyle bir oğul yetiştirir ki! Dünyaya ferman okumuş koca bir ulustan 40 bin can alır!
Nasıl bir canavarlıktır bu ve bu insanı böylesine canavarlaştıran alt yapı nelerden oluşmuştur?
Kürt tenkil harekâtı yapalım diyenler bir yanda, asrın Hasan Sabbah’ının ürünleri diğer yanda…
Bir araştırmada, üç yıl boyunca Diyanet tarafından tüm il müftülüklerine dağıtılan 150 hutbede “Vatan, millet, milli, Türk” gibi milli kavramlar 263 kez kullanılırken, “İslâm kardeşliği, insan hakları, eşitlik ve özgürlük” gibi İslâmî ve evrensel kavramların sadece 29 kez kullanıldığı; yine bu 3 yıl içinde hutbelerde Allah sevgisi 5, vatan sevgisinin ise 6 kez konu edildiği tespit edilmiş.
Öğretmeninin Türklüğe dair mübalağalı tasvirlerinden etkilenen bir ilkokul çocuğu, bir şiirde geçen bir mısraı açıklamak için defterine şunları yazmış:
“Türk Milleti sinirlendiği zaman herkesi çiğner. Türk milletine yanlış bir hareket yapanlar ve yeltenenler, çok ağır ve süründürerek ve yalvarttırır şekilde cezalandırılır.”
***
Milliyetçilik, ırkçılık, faşistlik, ulusalcılık gibi aslında farklı eğilim ve anlayışları, İslâm’ın karşısında ortak bir mevzide buluşturma gayretleri var.
Bir zamanlar okullarımızda “Türk büyüklerinin resimlerini indiriyorlar” diye kavga ettiklerimiz Türk düşmanı Türkçüler, Türkçülük perdesi altında bugün bize Türkçülüğü bir din olarak takdim ederek tetikçilik yapmaya sevk ediyorlar.
İslâm söz konusu olunca derhal kaşları çatılan ve saldırı vaziyeti alan, Türk’ün hakikî ve milli iftihâr vesilelerini taşıyan İslâmiyet dairesinden bu milleti çıkartmak isteyen adamları Türk kabul etmiyor, Türk perdesine bürünerek bu mazlum milleti aldatan frenk telakki ediyoruz!
“Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” [6]
İşte şu âyet-i kerime, olumsuz anlamda milliyetçiliği ve ırkçılığı kesinlikle kabul etmiyor. Çünkü müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.
Birbirlerinin varlıklarından habersiz, kin ve yalan duvarlarıyla bölünmüş milyonların huzur için umudu İslâm kardeşliğindedir.
[1] Bknz. Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, 2. Lem’a, Birinci Nükte
[2] Bknz. Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, 26. Mektub
[3] Rum Suresi, 30:22. Ayet meali
[4] Ravi: Vesile İbnu’l-Eska, Hadis Nu: 4800
[5] Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7,123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948)
[6] Fetih Suresi, 48: 26. ayet meali
İlk yorum yapan siz olun