İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

SİYASİ GÖRÜŞÜM VE TARAFIMI BEYANIMDIR

Günümüz siyasetinin çirkin, sinsi, vefasız, menfaat eksenli, merhametsiz; liyakat, kabiliyet ve fazilet gibi değerler yerine taraftarlık ve faydayı gözeten yüzünden iğrenmemek mümkün değil.

Hem imani konular ile sosyal/toplumsal mevzuların önem sıralamasının kıyasını, Kâbe ile çakıl taşları kıyası ile yapanlardan olduğumuz halde, çoğu zaman oluyor ki imana dair meşguliyetlerimiz sosyal sahaya dair uğraşlarımızın yanında oldukça az ve sönük kalıyor.

Çünkü sosyal meseleler bugün, imana dair sahaya da egemen olup tahrip etme potansiyeline sahip olmaktadır.

Bu sebeple her ne kadar uzak durmak hususunda son derece gayret göstersek de, siyasi mes’elelere sıkça temasımızın sebebi tahrip edilmek istenilen değerlerimizin muhafazası telaşındandır.

Yine bir seçim arifesindeyiz, aynı kaygılardan dolayı en azından kanaat belirtmek gibi bir vazifemiz olduğu fikriyle şu yazı kaleme alınmıştır.

Evvela siyasete bakışımda esas aldığım kriterlerin hulasasını ifade edeyim.

Siyaset yaslandığı temeller açısından üç kısma ayrılır.

1.) Dinin ve şeriatın bütün hükümlerine istisnasız ve tavizsiz tamamen riayet eden siyasettir. Bu tarz siyaset, İmam Hasan (r.a.) efendimizin 6 aylık hilafeti de dâhil olarak Hulefa-i Raşidin dönemine hastır. Onlardan sonra ise devletler ve hükümetler tarafından tatbik edilmesi terk olunmuş ancak bazı ferdlerin kalbinde ve amellerinde hususi olarak tatbik edilip yaşanmış bugünlere intikal etmiştir. Özleyeni olduğumuz siyaset budur.

Efendimiz (asm) “Benden sonra hilafet 30 sene sürecektir” mealindeki hadislerinde, Hulefa-yı Raşidinin hilafetlerinin 30 sene süreceği, onlardan sonra saltanat devresi olacağı, o devreden sonra ise ümmetin fesada düşeceği haber verilmektedir.

Dolayısıyla bu hadis-i şeriften İmam Hasan (r.a.) efendimizden sonra hakiki kusursuz ve tavizsiz hilafet şeklinin günümüze kadar hiç gelmediği de anlaşılmaktadır.

Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri ise emaret ve saltanat biçiminde yaşanmıştır, hakiki hilafet formatında değil.

Osmanlı sonrası ise küfür ve zorbalığa dayanan keyfi bir devredir.

2.) Ehvenüş-şer olarak bilinen tercih biçiminin gündeme geldiği, küfre nisbeten İslam siyaseti sayılan ve şeriatın hükümlerini tam muhafaza etmese de İslam’a taraftar olan siyasettir ki buna şer’i siyaset denilemiyor.

Bu siyasetin içerisine hükümlerden tavizler verildiği ve uygulamada zulümler de olabildiği için dört mezheb imamları bu siyasetin hâkim olduğu devletlerde asla hiçbir zaman amiriyet vasfındaki görevleri almamışlar. Ancak milleti de isyana teşvik etmemişlerdir. Ümmetin birlik ve beraberliğine dönük çalışmalar ve irşad faaliyetleri ile meşgul olmuşlar.

Bu dönemlerde ve devletlerde istikamete bazen devlet bazen de Mehdi-i Abbasi ve Muhammed Sultan Fatih Han hazretleri gibi şahıslar mazhar olduğu için Efendimiz aleyhissalatü vesselam bazı hadislerinde bu zatları medhetmişlerdir.

Mesela bir hadisinde İstanbul’un İslam eliyle feth olunacağını, Hazret-i Sultan Muhammed Fatih Han’ın yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiştir.

Yine mesela “Eğer ümmetim istikamette giderse onlar için bir gün, gitmezse yarım gün vardır” mealindeki hadisin işaretiyle bin senelik Abbasi ve Osmanlı devletlerinin kısmen istikametine işaret edilmiştir.

Not: İşin başındaki selahiyetli kişiler yani ulü’l emr, toplumsal/sosyal hayata dair hükümlerin tamamından sorumludur.

Ümmet (yani halk) ise eğer ulü’l emrin yani Müslümanları şeriat nâmına idare eden baştaki yöneticinin emirlerine rızasıyla razı ise sorumludur.

Razı değil ve elinden de bir şey gelmiyorsa mes’ul değildir.

3.) Üçüncü kısım siyaset ise, Avrupa kanunlarıyla idare edilen Osmanlı sonrası siyasetidir. Yerden çıkan ve semavi olmayan siyasettir.

Düşünün, içine zulüm ve haramlar karıştığı için ikinci kısımdaki siyasete girmeyi bile fıkıh âlimleri haram kabul ediyorken acaba bu siyasete dair ne demiş olabilirler…

Bugün dinin hiçbir hükmü hiçbir devlette din adına icrada değildir.

Bazı hükümler ise sadece o devlete olan faydası sebebiyle icradadır Allah için değil.

Birtakım yerlerde ise Vahhabiler ve Şia gibi ehl-i Sünnetten ayrılmış olan sapık grupların yanlış kabul ettiği bazı hükümler yürürlüktedir.

Netice itibariyle bir bütün olarak bakıldığında üçüncü kısım siyasette egemen olan küfrün kanunları ve hükümleridir.

Gün itibariyle bu üçüncü kısım siyaset devresinin de sonu gelmiş bir başka devreye geçişin yol başında durmuşuz.

Bu izahtan sonra konuyu biraz daha netleştirelim.

Anadolu’da Allah ile ve Allah’ın dini ile alenen harb eden siyasi bir karargâh vardır ki herkesin malumudur.

Şeriata dair her kıpırdanışa azgınca saldıran; Allah’ın dinini, ayetlerini, kanunlarını, hükümlerini, Resullerini her daim alay konusu eden; dine dair her sembolün izini bu ülkeden kazımak için amansız bir savaş veren; Allah düşmanı her oluşuma verimli bir tarla olan; Maocunun Titocunun Lenincinin Stalincinin vd. doğumhanesi veya üretim merkezi olan; bu millete bir asra yakındır türlü zulümler icra edişiyle bilinen; harfimize, örtümüze, camimize, isimlerimize dahi tahammülsüz; tepesini Türk görünümlü gizli ecnebilerin zaptettiği bir siyasi merkez…

Son asrın ikinci yarısından sonra ise millete musallat olan bu zulüm merkezinin karşısında bir başka cereyan palazlanmış, hürriyet ve serbestliği esas alan bir eksene yerleşerek kitle partisi biçiminde örgütlenip bu küfür merkezi ile mücadele etmiştir. Kitle partisi oluşu sebebiyle içerisine her renkten, her sıfattan insan buna dâhil olmuştur.

Bu çizgi farklı parti isimlerini alarak günümüze aynı özgürlükçü yaklaşımıyla fakat içerisinde maalesef hırsızları, arsızları da barındırmak gibi bir mecburiyetle gelmiştir.

Şöyle de isimlendirebiliriz bu iki kanadı, bir tarafta azgın küfür diğer tarafta ise günah vardır ancak günahkâr olan tarafta sevabın kökleri, tohumları, çekirdekleri ve yeşerme ümidi de mevcuttur.

Bir başka ifadeyle bir tarafta Allah’ın amansız düşmanları var. Diğer tarafta ise bunlarla şiddetli bir mücadele veren özgürlükçü ama günahkâr insanlar ile ancak bu tarafta soluk alma imkanı bulabilen ümmeti ayağa kaldırabilecek imani bir damar şartlar gereği aynı cephededir..

Bu sebeple küfrün karşısındaki zümreyi tamamen sahiplenip müdafaa etmek büyük sıkıntı doğurmakla beraber, bu damar ancak orada saldırılardan korunabildiği için de küfür mevzisi yerine bu tarafta konuşlanmak o damarın yüksek değeri hatırına icab etmektedir.

Her ikisinden de yüz çevirip devre dışı kalmak ise sadece küfrün kefesine yaramaktadır.

Ülkenin özel şartları böyle görünmektedir.

Yarın Rabbimizin huzurunda hesap verirken, “Bana harb ilan eden keferelerle, Bana söven, Bana meydan okuyan, Benim ahkâmımı beğenmeyip yeryüzü kaynaklı kanunlarıyla Benim ferman ettiğim dine alternatif ahkâm getirenlerin safında hangi gerekçeyle yer aldın, kalbinde zerre kadar olsun imanın yok muydu senin de Benim hasımlarımın yanında durup onlara omuz verdin söyle bakalım hele…” diye gazabıyla hesap sorarken o gerekçe her ne ise onun ağırlığı ve kıymeti Allah ve iman gerçeğinden daha yüksek olmalı ki rahat cevap verilebilsin.

Aceb var mıdır öyle bir gerekçe ?

Cüzdanımızdan nakit eksilmesi mi; elektrik ve doğalgaz fiyatları mı; bu cenahtaki üç-beş sansarın icraatları mı, nedir o bahadaki gerekçe ?

İşte siyasi anlayışıma özetle bu kriterler hakimdir.

***

Müseylimetü’l-Kezzâb’ı çoğu kişi bilir, meşhur yalancı peygamber…

Napalım şimdi, bu alçak sahtekar çıktı diye nübüvveti alan dışı mı bırakalım ?

Her sahtesi çıkan hayatımızdan tasfiye mi olacak ?

Türk kisvesi altnda nice kripto Yahudi geldi geçti… Türklüğümüzü ne yapacağız şimdi ?

Kimi yerlerden alınan peynir, yoğurt, yağ gibi maddeler bozuk çıkıyor diye kim vazgeçmiş bunları hayat boyu yemekten ?

İstismar edilmemiş bir zümre, bir grup, bir cemaat, bir parti, bir lider, bir ideoloji varsa söyleyin ?

Her istismar edileni hayatımızdan ihraç mı edeceğiz ?

Kur’an ve Sünnet mihengi kuyumcu terazisinden daha hassas elimizde durur iken ne gam…

Bizim kalelerimizi bize yıktıracaklar…

Bugün sahip çıkıp iftihar ettiğimiz bütün değerlerimizi bugünlere taşıyanlar bu saldırılan merkezlerdi… Osmanlı-Selçuklu dönemleri buna şahittir.

İmanlı-vicdanlı nesiller üretme fabrikası gibi milyonlarca fazilet abidesini mahsul veren bu bereketli tarlalarımızı bize yaktırmak isteyenler var.

Oyuna gelme Müslüman. Kur’an suçun şahsiliği ilkesini getirip kucağımıza bırakmıştır. Kusuru günahı umumileştirme…

Sıkıntı yok mu ? İlla ki var… Ama çaresi her sıkıntı yaşanan değer, kurum veya şahısları imha etmek değildir.

Şöyle mi demeliydim acaba :

Buraya kadarmış… Bu hükümetten sıkıldım artık. Zaten içlerinde yamuk tipler de var. Bu seçimlerde onlara unutamayacakları bir ders vermem lazım. DHKP-C ile PKK militanları CHP üzerinden belediye kadrolarına sızacaklarmış. Sızsınlar anasını satayım. AKP’den iyidir. Ondan sonra yıllarca bu kadroları devletten temizlemek için uğraşsınlar da görsünler bakalım. Hem PKK elemanları da belediye başkanlıkları, encümen ve meclis üyelikleri kapıp yine devlet kadrolarına sızacaklarmış. Napıyım yani. Şimdi birisi çıkıp “bu iman meselesi kardeşim”, kimi “beka meselesi”, bir diğeri ise “ne yani CHP’ye mi verelim” diye itiraz edecek biliyorum. Güney sınırlarımıza yakın yerlerde bilmem kaç devlet ordular hazırlıyor, üsler kuruyor, yığınaklar yapıyorlarmış… Yaparlar tabii, sen de rahat dur kardeşim. Sen rahat dursan sana niye dokunsunlar ? ABD ve AB ülkeleri Güneyimizde bize karşı kullanmak için bir taşeron devlet kurmaya kararlıymışlar. Hep Tayyibin yüzünden. O olmasaydı adamlar niye böyle bir işe kalkışsınlar ki… Ne alakası var bunların belediye seçimleriyle yani?

Birileri de diyor ki seçim sonuçları gerekçe gösterilerek hükümet bunalımı çıkartılıp o ülkeler bunalımı çözmek için davet edilecekler. Hadi buyur…

Ben artık bundan sonra oyumu:

“Erdoğan’ı devirmek için Avrupa ile birlikte hareket etmeliyiz” diyen Fikri Sağlar’ın ; “Erdoğan’ı durdurmak için Avrupa Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulamalıdır” diyen Sezgin Tanrıkulu’nun ; “2019’da Erdoğan’dan kurtulacağız. Avrupa’yla birlikte devireceğiz onu.” diyen Kılıçdaroğlu’nun; PKK’lıların cenazesine katılıp hüngür hüngür ağlayan rezidans kraliçesi Gamze İlgezdi’nin ; Türk katili Makarios’un heykelini diken E. İmamoğlu’nun ; “Gusül abdesti istemiyoruz, cenabet gezmek istiyoruz” pankartı açıp imza kampanyası düzenleyen o kadınların ; “Dinimizde başörtüsü yok” diyen o kadın milletvekilinin ; Yorgo’ların yeni yılını Yunanca pankart asıp kutlayan o Edirne belediye başkanının partisine vereceğim.

Yani… 1926’da taksim Mecidiye Kışlası’nda, 1929’da Eyüp Bahariye’de, 7 ay sonra da Kuzguncuk’ta, Ecza-yı Tıbbiye ve Kimyeviye (ETKİM) adında, aylık 3,5 ton, 1.5 milyon bağımlının eroin ihtiyacını karşılayan 3 eroin fabrikasını kurup işleten partiye vereceğim. Ders böyle verilir işte.

Sahi böyle mi yapmalıyım ?

Son söz:

Ortada bir aslan parçası var lakin çevresinde de beş-on çakal ve sırtlan var diye, o aslanı tek başına mı bırakacağız ?

27 Ocak 2019

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir