İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Devleti anarşist militanlar yönetse

Bir hasmımızla aramızda oluşan bir dava değildir bu; söz konusu olan devlettir, millettir, daha ötesi koca bir ümmettir…

Konu başlığını yazıdaki meramın aksi bir netice olarak tasavvur ederek…

Hayata nefreti, korkuyu, acıyı hâkim kılmak isteyenler var.

Geriden gelenlere “ölüler ve yaralılar ülkesi” armağan etmeye; etki alanlarına girenleri, gözlerini kan bürümüş acımasız canavarlar haline getirmeye çalışıyorlar. 

“Son düşman, salt kötülüğü temsil eden en büyük düşmandır” deme gayretindeler.

Son düşmanın ise, önlerine dikilen fiilî ve siyasal son engel olduğu anlaşılıyor.

Milletin üzerindeki hükümranlıklarını tehlikeye düşüren bu mâniayı, en kötü tarihî düşman ilan etmeleri, bu engelin gücünden değil, oyunun asıl konusunu ve aktörlerinin mahiyetini milletin artık sezebilme ihtimalinin artışındandır.

Önemli bir mevkideki devlet büyüklerinden birisi ile hususi bir sohbetimizde dinlediklerimden: “Artık beyne şifreyle girmek, aynen bilgisayar tekniği ile bilgi yüklemek ve tekrar beyni şifreleyip çıkmak mümkün.”

Eğer bu gerçek ise, tek merkezden güdülen istavrozlu, şamdanlı, bozkurtlu, Zülfikârlı, altı oklu savaşçılar gördüğümüzde, bunların hepsinin aynı mevziiye saf halinde dizilip aynı hedefi kurşun yağmuruna tuttuğuna şahit olduğumuzda şaşırmamız gerekmiyor.

Sebebi bu olmasa bile böyle bir neticenin yaşandığına şahidiz ama.

Başka deyişle buna anarşist felsefenin, vatanlı-dinli isimlerle örtünerek sızması da denebilir.

Yeryüzünden öldürülerek yok edilmiş bir kavim vaki midir?

Biz de mesela Ermeni ırkını yeryüzünden kazıyıp yok edebilir miyiz?

Bilinçaltımızda Yunanlıları da, Suriye’den başlayarak Arap ırkını da, İran’da Azeri Türklerine zulmeden Fars ırkını da, Doğu Türkistan’da işkenceci ve işgalci Çin ırkını da, Batı Trakya’daki soydaşlarımızı inleten herkesi de listemize dâhil ederek, öldürerek yok etmek gibi bir maksat oluşmadığından emin misiniz?

Başlangıçta bünyesinde vatanperver, dindar münevverlerin de bulunduğu İttihatçıların şerirleri İmparatorluğun idaresini ele geçirdiklerinde nüfus 45 milyondur.

Rumeli’den Arabistan’a geniş topraklarımız vardır.

Ama memleketten kaçtıkları zaman geride, türlü hastalıkların pençesine düşmüş 14 milyonluk bir memleket bıraktılar.

Çetecilik zihniyetini de yadigâr…

Bilinçaltımızı besleyen unsur, onlardan irsiyet aldığımız çeteci, tedhişçi yaklaşım olabilir mi acaba?

Cehalet, inat, husumet, garaz, intikam, taklid ve gevezelik gibi olumsuzluklar toplumda bulaşıcı hastalık gibi yayılmaktadır.

Bu sıfatlarla donananlar, bir dirhem zararını milletin bin lira menfaatinden önemli görürler.

Menfaatleri halka zarar vermekten geçer.

Her şeye muvazenesiz ve muhakemesiz mana verirler.

İntikam meylini ve şahsi garazını dahi feda edemediği halde, mağrur bir eda ile ruhunu millete feda etme davasında bulunurlar.

Ayrıca, özerklik (muhtariyet) veya diktatörce bir cumhuriyet arzulamak gibi makul olmayan fikirlere sahip olanlar…

Zulüm görmüş, kin bağlamış; hürriyetçi ve demokrat hayata geçişin ilk adımlarının neticesi olan af ve genel huzuru intikam arzularına yediremediklerinden ortalığı kızıştırıp, öç alıp, yüreğini soğutarak rahatlamak isteyenler…

Peki, ya şu “beraber yaşama kültürü dedikleri şey bize neden soğuk gelir?

İtirazın geldiği yöne bakılınca bu soğukluğun kökeninde milliyetçilik ideolojisi olduğu anlaşılıyor, dinî kaygılar değil.

Bir internet sitesinin logosunda şu yazıyor: “Bütün dünya Türk olacak.”

Milletimizi sevmemiz, milletimizin değerlerini hayata taşımamız, milletimize hayatımızı feda etmemiz temelindeki anlayışımız nasıl da formatlanıp en zıt renkte bir biçimlenmeye maruz kalıyor, hayret!..

Bizde sihir tesiri gösteren kavramlar kullanılıp içimizden bazılarının zayıf damarlarından avlanması karşısında Bediüzzaman’ın şu sözü akla geliyor: “Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.”

İmkânsız bir şey talep edilmez, masum bir hükümet aramak gibi…

Hâlbuki reel hayatta ismet sıfatlarından dolayı -peygamberler müstesna- tek bir şahıs bile masum olamaz.

Şahıslardan yani günahkârlardan meydana gelmiş hükümet de tamamıyla masum olamaz.

Önemli olan, hükümetin iyiliklerinin kötülüklerine üstün gelmesidir.

Aksi halde, imkânsızı isteyen kişi, bin sene ömrü de olsa hangi hükümet şeklini görürse görsün illa itiraz edecek, asla rıza göstermeyecek ve onun yıkılmasına çalışacaktır.

Bu istek ise, zaruri olarak ihtilal ve fesatla netice verecektir.

“Artık yeter, ne olacaksa olsun…” panik ve teslimiyetiyle, adalet ile alâkalı kaideler gibi birçok İslamî değer feda edilmektedir.

Her şeyin bir rafizisi vardır.

Her icraat veya her meselenin, bu orta yolu terk edip aşırılığa kaçan rafizi tipler eliyle istismarı muhakkaktır.

Bir rafizi bir hadis-i şerife yanlış mana verse veya yanlış amel etse, hadisi inkâr mı edeceğiz?

Yapılacak yenilik ve değişimlerin de bu tarz istismarlarla karşılaşması mümkündür.

Böyle bir durumda tamir hareketinden vaz mı geçilmelidir?

Bir önemli problem de, hükümetle alâkası olan hususlarda fikir beyan etmenin zorlaşmasıdır.

Zira mevcut hükümet, muhaliflerince insanlığın beş milyon sene tahmin edilen hayatının en zehirli, en fesat şebekesidir.

Dolayısıyla asla bunlardan iyilik, faydalı bir icraat sadır olmaz.

Her muamelesine itiraz, her söylemine itiraz edilmeli.

Hâlbuki bu anlayışa sahip olanların, en büyük gürültü kopardıkları hususlarda bile, ortalık durulduktan sonra kendilerinin de aynı söylemi kabullendiklerini sıkça görüyoruz.

Böylesi bir zeminde gündemdeki konuya dair beyan ettiği görüşü hükümetinki ile paralel düşenin vay haline…

İdarecide temel olarak şu iki şey aranır: Salih olmak ve işinin ehli olmak…

Muhalefet hastalığına tutulanlar ise onları hem evliya gibi, hem Einstein, İbn-i Sina, Pastör, Edison ayarında bilgin ve dâhi, hem Sultan Süleyman gibi kudretli olarak görmek istiyor.

Adamcağız evliya filan değil, üstelik günahlardan da kaçamıyor ama memleketi güzel yönetiyor.

Veya faziletli, harika bir insan, lakin ülkeyi yönetme kabiliyeti yok.

Evla olan, elbette her iki sıfata da sahip olmasıdır ancak çoğu zaman bu mümkün olmuyor.

Bazen maharet salahattan önce gelebiliyor.

Bir usta, domuz yer, kiliseye gider, teslise inanır ama iyi saat tamir eder, bunun gibi…

Hürriyete karşı bu coğrafya uzun yıllardır temkinli yaklaşmak zorunda kalmıştır.

Canavarların ortasında olmanın ve içeride sayısız ihanetle karşılaşmanın tabii bir neticesiydi belki de bu.

Hürriyet, en gelişmiş manasıyla Firavunluk taslamamak ve başkasının hürriyetini hafife almamaktır.

İnsanın kendisine de başkasına da zarar vermeden hareketlerinde son derece serbest olmasıdır.

Şahıslar değil adil kanunlar hükmetmeli, herkesin hukuku korunmalı, herkes meşru hareketlerinde son derece serbest olmalıdır.

Al-i İmran 64. ayetin yasağına herkes uymalıdır:“Bazılarınız, Allah’ı bırakıp da bazınızı Rab edinmesin.”

İman bağı ile Allah’a hizmetkârlığı kabul eden insan, başkasına karşı zillete düşmeye tenezzül etmeyeceği gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeye de imanî şefkati müsaade etmez.

Peki, Rum ve Ermeni gibi azınlıkların hukuk ve hürriyetleri ne olacak?

Bu gibi toplulukların tamamını toplayınız, Türk ve İslâm dünyasının yeryüzüne dağılmış nüfusu ile kıyaslayınız.

Evvela, onlara zulmetmemek ve rahat bırakmak şer’i vazifemizdir.

Nasıl Fransız İhtilali bir tetikleme görevi görmüş ve oradan hürriyet ve eşitlik gibi değerler bütün dünyaya dalga dalga yayılmıştır; nasıl kuvva-yı milliye hareketimiz mazlum, mağdur ve esir milletlere bir model olmuştur; aynı şekilde Anadolu’muzdan tetikleyeceğimiz böylesi müspet atılımların da dünya ölçeğinde yaygın meyveleri olacaktır.

Burada zaten hakları olan ve güya istifade etmiyorlar gibi görünen bir hürriyeti verdiğinizi deklare etmeniz, soydaş ve dindaşlarınızın bileklerindeki kelepçelerin de açılmasını ve evvela bütün dünyada çekirdekler gibi camiler, mescidler, medreseler açabilmenizi meyve verecektir.

Zira coğrafyamız dünyanın en önemli bir kapısıdır.

Bu kapıdan geçen bir değişim, Çin ve Hindistan gibi geniş coğrafyalar dâhil dünyanın bütün ülkelerini etkileyecektir.

Burada başlayan asla dönüş hareketinin Tunus, Mısır ve Yemen gibi ülkelere sirayetine dikkat edinizHAŞİYE

Yasaklarımız ise yalancı bağlardır.

Hakiki yaptırımları olmayan, sönük ve üstelik aleyhimize fazlasıyla malzeme yapılan hususlardır.

Kaç asır gayrimüslimlerin nazlarını çektik, üstelik onlar nesil ve servet açısından bize nispeten ziyade artış gösterdiler.

Biz hizmetkârlığı seçtik, memuriyet ve askerliği üstlendik; onlar ise ticaret ve sanat gibi alanlara sahiplenip servet üstüne servet kattılar.

Bizim neslimiz harp meydanlarında telef olup azalırken, onların nesli hem de semizlenerek çoğaldı.

Artık azınlıklar, hürriyet ve benzeri meselelerde yepyeni bir bakış geliştirme zamanıdır.

Dinimiz, İslam topraklarında yaşayan gayrimüslimlerin can güvenliklerini, mal varlıklarını, inançlarını, yaşama biçimlerini güvence altına almıştır.

Bu hususta hukuk dışı hiçbir uygulamaya izin vermemiştir.

Mukabilinde ihanet görmüş olsak da inancımızın gereği böyledir.

Bu coğrafyada altı yüz seneden fazla ayakta kalabilmenin sırrı, -her ne kadar adalet-i izafiye düzeyinde olsa bile- İslam’dan medet alan Osmanlı hukuku uygulamasının başarılı ve adil olmasıdır.

İmam Ali’nin (k.v.) sıradan bir Yahudi ile muhakemesi, Selahaddin-i Eyyubi’nin miskin bir Hıristiyan ile karşılıklı yüzleşip mahkemede hesap vermesi, Sultan Muhammed Fatih’in Rum bir mimar tarafından mahkemeye verilip, mahkemeden Sultanın elinin kesilmesi kararı çıkması gibi dünyaya adalet dersi veren sayısız tablonun sahipleri olarak, anarşist felsefeden arınarak Muhammedî çözümlemeler geliştirilmelidir.

Bedenimizin kıblesi nasıl Kâbe ise, ruhumuzun kıblesi de Allah olmalıdır.

Bir hasmımızla aramızda oluşan bir dava değildir bu; söz konusu olan devlettir, millettir, daha ötesi koca bir ümmettir…

Osmanlı çadırı yakılmıştır, yakılan bir çadırın küllerinden ise bir yeni çadır yapılamaz -hayatta kalan şehzadelerle İmparatorluğu canlandırma hayali gibi-.

Osmanlı’yı da aşan yepyeni bir hâl lazımdır.

Lisan-ı kal esintisi devam etmekle beraber lisan-ı hâl fırtınasına ihtiyaç vardır.

Yani, lisan ile tebliğden ziyade hayat ile temsilin daha önem kazandığı bir devredeyiz.

Benim gibi avamdan olanlar, hayali ile tefekkür, gözü ile de akleder.

Bu sebeple temsil bize nakli delillerden daha ikna edicidir, gördüklerimize göre hükmederiz ki bu gerçek tebliğcilerin, tebliğde temsile önem vermelerinin ehemmiyetini de gösterir.

İşte azınlıklar, hürriyetler ve diğer bütün meselelerin halli ve milli projelerin tatbik edilmesi için, devlete hâkim olan icracı iktidarın hem faziletli, hem güvenilir, hem izzetli, hem muktedir olması lazım geldiği gibi; bizlerin de bu millete tuzak kuran şebekelerin kursağında yem olmadan, manevi çehresi inanılmaz nispette değişim geçirecek olan dünyamızın yeni hâline göre kendimizi ve yeni nesli dizayn etmemiz gerekmektedir.


HAŞİYE Çin’deki vesair beldelerdeki istibdadın bertaraf edilmesi ve Hindistan’daki öküzperestlik -öküz ve emsalini mabut yapmak- gibi zulmetlerin dağıtılması, Anadolu semalarından neşredilecek ışıklarla olacaktır.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir