İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ölümü hatırlamak

“Yâ Rabbenâ, şaşırtma,

Yüzüm üzre düşürme,

Zebaniler üşürme,

Kabre vardığım gece!”

(Yunus Emre)

Atom bombası ile kitlesel tahriplerde uzmanlık yarışı başlatan, iki dünya savaşıyla, bugüne dek cihanı saran dehşet ve vahşet dolu öldürme usulleriyle bu alanda uzmanlığını ispatlamış bulunan, üç veya dört nesilden evveli mutlaka ölmüş olan insan türünün bireyleri olarak, bize son derece yakın olan ölümü sohbet konusu yapmaktan nedense hep kaçınırız.

Aynen devekuşu gibi…

Kazara bahsetmeye kalkışıldığında, avcıya karşı başımızı kuma gömmek misali, ölümü konu dışına bırakarak ondan kurtulmak mümkünmüş gibi, “Bırak böyle ağır mevzuları kardeşim, ortalığı kasavete bürümenin ne âlemi var?” gibi tepkiler de alınmakta.

Birçok insanın günlük etkinliklerine hâkim olan pespaye uğraşıların, başı dönmüş bir hâldeki eğlence arayışının, varlığının derinliklerinde yer alan ölüm endişesini umutsuzca ve başarısızlıkla gizleme çabasından başka bir şey olmadığını ifade ediyor bazı düşünürler.

Ölüm hakikatine karşı takınmamız gereken gerçekçi tavra zihnimizde yol hazırlayan, bu tavrı koymamanın çok acı neticesini ruha hissettiren ve varlığımıza ekilmiş bulunan bir hissimiz var ki, onu geçici bir süre iptal edebilmek için, günahlı eğlenceler veya sarhoşluk gibi başka şeylerle meşgul olarak ölüm hakkındaki endişe ve korkularımızın üstünü örtmeye çalışırız. 

Bir çeşit sersemlik veren bu kaçışımızı Bediüzzaman “iptal-i his” kavramı ile ifade ediyor.

Bu bahsin ve ölümü konu edinmekten kaçışın ciddi bir tahlili için müstakil olarak ayrı bir başlık altında değerlendirilmesi gereği büyük fayda sağlayacaktır.

Bizi ölümle en ziyade muhatap kılan yaşanmışlıklar, ekseriyetle şehidlerimizin şehadeti ve ülkelerimizin askerî işgaller esnasında, katliamlar şeklindeki acıtıcı kayıpları olmuştur.

Acımasızlık, özellikle insan canının ucuzladığı gerçeği ülkemizde de günümüzün en önemli bir meselesi olduğu gibi, gelecek nesilleri de tehdit etmektedir.

Ancak biz daha ziyade ölümün siyasî alana konu olan yönüne değil, insanın sosyal, psikolojik ve inanca bakan cihetleriyle alâkalı mahiyetine bakmaya çalışmalıyız.

Mazi dediğimiz koskoca zaman dilimi, bütün şaşaasıyla, kederleri ve saadetleriyle, her şeyiyle –geçmiş olduğu için- ölmüş hükmündedir.

Gelecek denilen zaman dilimi ise henüz ele geçmediği, ona ulaşılacağında bir kesinlik olmadığı için o da ölü hükmündedir.

Hem ele geçse de, hudutları tayin edilmiş, sınırlanmış olduğundan yaşanmakta olan an için o da ölüler kümesindedir.

Bu gerçekten hareketle başkalarının dünyalarının da aynı ölçülere mahkûm olduğunun şuurunda olarak kendi dünyama bakıyorum.

Demek ki ben mazi ve gelecek kavramlarıyla tarif etmeye çalıştığımız iki kabrin arasında duran bir ölü namzediyim.

Bir kabirden ötekine doğru akıp giderken, yaşadıklarım arasında acaba anlamlı olan ne var diye geriye dönüp bakma cesareti gösterdiğimde, utanç, telaş, pişmanlıklar, olumsuzluklarla kuşatıldığımı görüyorum.

Canlılar arasında öleceğini -cinler gibi ruhani varlıklar hariç- sadece insanlar bilmektedir.

Bu bilmek, hayatın nasıl yaşanması gerektiği hususunda önemli bir rol oynamaktadır.

Kimilerinde bilmek ölümü konu edinmemeyi ve bir kaçışı; kimilerinde ise ölümü hep hatırda canlı tutarak kendince ölüm sonrası için hazırlıklar yapmayı netice verir.

“En sevdiğiniz kişi kimdir?” sualine vereceğim cevaptan sonra, “Peki ondan ebedi ayrılmanın sadece bir dakikalık tahayyülü nasıldır acaba?” dense, tatbikinde tahammülümün derhal tükendiği bu tahayyülün tarifini yapamayacağımı biliyorum.

Zamanı geldiğinde kabir denilen yer altı tünelinde büyük kopuşu, büyük patlamaları diğer ölüler gibi ben de beklerken, acaba ilgilendiğim, sevdiğim, beraber olmak istediğim kişiler ne yapacaklar; ben onları o çukurdan seyredebilecek miyim, onları duyabilecek miyim?

Elimi onlara uzatamayacağımı, eğer perişan bir halde iseler onlara asla imdat edemeyeceğimi biliyorum.

Yoksa başıma o çukurda geleceklerden dolayı o sevdiklerimle ilgilenme fırsatı olmayacak mı?

Sayısız sualler, endişeler, meraklar…

İlkokula gidiyordum. Yıl 1966 veya 1967 olmalı.

Plakası hâlâ aklımda olan Bedford marka 06 FC 743 plakalı bir Yoğurt firmasına ait bir kamyonet, kasıtlı olarak minik köpeğim Tomi’nin üzerinden geçti.

Aracın sağ arka çift tekerleğinin altında kâğıt gibi ezilen Tomi’nin kemiklerinden gelen çıtır çıtır kırılma sesleri hâlâ kulağımda sanki.

Şoförün gülen yüzünü de hatırlıyorum. Keyif alıyordu herhalde…

Köpeğim yolun üstünde dümdüz bir nesne hâline gelmişti.

Birkaç gün sonra ise garip bir tevafuk olarak, okuldan dönüp eve gelene kadar diğer köpeklerimin her sokakta birinin cesedi ile karşılaştım. Hepsi de zehirlenmişlerdi.

Ölümle ilk tanışmamdı bu…

Sonra annemin feryatları… Annesinin vefatı karşısında malum ağıtlarla dolu annemin çığlıkları… O cahil ve çocukluk devremde beni –Allah korusun- kadere itiraz bataklığına sevk eden, bir ölü evi ve o evin matemde aşırı giden yankılarıydı.

Ankara’da Karşıyaka Mezarlığı…

Şurada “meşhur terörist” diye gazetelerin veryansın ettiği ve Almanya’da vurularak öldürülen arkadaşım Üzeyir Bayraklı yatıyor.

Şurada, bir köfteci tarafından boğazı bıçakla deşilerek katledilen arkadaşım Şencan Koçoğlu yatıyor.

Şurada, Mamak’taki meşhur C-5 işkencehanelerinde şehid edilip sonra da arkadaşlarına şehadeti “kendisini astı”denilerek haber verilen Bekir Bağ…

Militan bir polis memurunun vurduğu Ümit Kapucu kardeşim şurada…

Ereğli’de geminin ambarına düşerek boynu kırılan cefakâr dava adamı Mehmed Elaslan ise şuradaki çukurda yatıyorlar.

Ve daha niceleri…

Bir zamanlar onlara kurşun sıkanlardan olup da sonradan kendileri de bu çukurlara getirilip bırakılanlar var.

Ama artık kimse kimseye burada efelenemiyor.

Herkes kendi derdine düşmüş anlaşılan.

12 Eylül’ün o gürültülü Vietnam’ından buraya dökülenlerden gayrı çıt çıkmıyor.

“Cılız vücuduma dar görünse de, içim bu dar yere sığılmaz diyor/ Geride kalanlar hep dövünse de, insan birer birer yine giriyor…” Necip Fazıl

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir