Hani bazı er kişiler için “sert erkek”, bazı hatun kişiler için de “tam bir Osmanlı kadını” denilir ya.
Bu tabirler sertlik, ciddiyet, vakar gibi manalar kast edilerek söylenir.
Yunus balığı ne kadar munis, uysal, sevimli bir arkadaştır.
Peki ya köpek balığı veya vahşi aslan öyle midir ?
Birisinde yumuşaklık diğerinde ise parçalayıcı, yırtıcı bir sertlik hâkimdir.
Hazret-i Osman (r.a.) mesela hilm sıfatı ile meşhur iken; Hazret-i Ömer (r.a.) ise şiddetli vasfı ile meşhurdur.
İşte tecellilere ve sıfatlara bu anlamda bir tasnif yapıldığında, kâinatın yaratıcısının isimlerini de cemalî ve celalî olmak üzere iki kısımda mütalaa edebiliriz.
Cenâb-ı Hakk’ın kahrının ve azametinin tecellileri Celâl; lütuf ve ihsânı ile tecellileri ise Cemâl sıfatı bağlamında değerlendirilir.
O cemalî ve celalî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermeyi gerektirmektedir.
Celâl ismi, çoğunlukla bütünde, türlerde, küllîde tecellî eder.
Cemâl ismi ise, bireylerde, ferdlerde tecellî eder.
Bu sebeple, türlerde gördüğümüz kuşatıcı cömertlik ve ihsanlar celâlin tecellîsidir.
Cüz’lerin yani tek tek bireylerin üzerinde işlenen nakışlar, ferdlerin tek tek ve ayrı ayrı güzellikleri ise cemâlin tecellîsidir.
Bazan da cemâl, o celalî sıfatların tecellîlerinin neticesinden tecellî eder.
Ve öyle de olmakta,
Yaratıcımız, kâinatta zıtları birbirine karıştırıp, birbiri ile karşı karşıya getirip, birbirine ya saldıran veya koruyan vaziyetler vermektedir.
Ve bu vaziyetleri, neticeleri itibariyle hikmetli ve menfaatli bir mücadele şekline getirmektedir.
Böylelikle zıtları birbirinin hududuna geçirip, ayrılıklar ve değişiklikler meydana getirmekle, kâinatı değişim, yenilenme, tazelenme, gelişme ve tekâmül kanununa tâbi’ kılmaktadır.
Bu sebeple o yaratılış ağacının en geniş ve kapsamlı bir meyvesi olan insan türünde o mücadele kanununu daha acayip bir şekle getirip, insanlığın bütün ilerleyişine uygun bir mücahede kapısını açıp, iman ehline karşı meydana çıkabilmeleri için şeytanın güdümündekilere de bazı hususiyetler vermiş.
İşte, peygamberlerin dahi çok defa münkirlere karşı mağlup olması bu ince sır içindir.
Yani mücâhede lazımdır ki dereceler olsun.
Ve aslında son derece aciz ve zayıf olan dalalet ehli, manen gayet kuvvetli olan hakkın taraftarlarına geçici bir süre de olsa bu sebeple galip oluyorlar ve mukavemet edebiliyorlar.
Bu acayip mukavemetin hikmeti şudur ki:
Dalalette ve küfürde iş çok kolaydır, yokluk ve terkten ibarettir.
Pek kolaydır, hareket istemez.
Hem yıkma ve tahrib var ki, tamire kıyasla elbette gayet kolaydır; az bir hareket yeter.
Hem saldırı var ki, az bir amel ile çok insanı zarar görme korkusuyla, ve firavun gibi diktatörce bir tutumun korkutuculuğu ile ürkütüp onlara galip gelmeyi sağlayan bir pozisyon verir..
Hem akibeti görmeyen ve hazır zevke tercih etmeye meyyal olan insandaki nebatî ve hayvanî özelliklerin tatmini, lezzeti, hürriyeti vardır ki, bu hal insandaki akıl ve kalb gibi ince duyguları “akibetim ne olur” gibi insani endişe ve vazifelerinden vazgeçiriyorlar.
Şeytanilerin işi kolay da ya mü’minlerin buna mukabil vaziyetleri nasıl ?
Ehl-i iman ve başta peygamberler ve en başta ise Habib-u Rabb-il Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kudsî metodu ise, hem yokluk değil varlık, hem tamir, hem hareket, hem sınırları aşmamak yani istikamette bulunmak, hem akibeti düşünmek, hem kulluk ve ibadet, hem insanı hep kötülüğe sevk eden nefs-i emmaresinin firavunluğunu, serbestliğini kırmak gibi mühim temellere dayanmaktadır.
İşte bunun içindir ki Medine-i Münevvere’de bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yummuş, o büyük ve muhteşem çekim gücüne, cazibeye karşı, sahip oldukları bu şeytanî uzaklaştırıcı kuvvete aldanıp, dalalette kalmışlar.
İlk yorum yapan siz olun