Allah, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat’ta da, İncil’de de Kur’ân’da da Allah’ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah’dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alış-veriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur. Tevbe Sûresi, 111. âyet
Bir iş ya mantıklıdır veya mantık dışıdır. Ama bir üçüncüyü eklememizi icab ettiren zaman dilimleri var tarihte ki, o da şudur: “Mantık üstü”… İşte mantık üstü bir destana verilen addır Çanakkale…
“Nice tüysüz yiğitler yılmadı cenk devrinden; Koştu senin koynuna çıkar çıkmaz evinden. Sen onların açtığı bayrağın alevinden, Kaç bayrağın tutuşup yere düştüğü yersin…”
Rabbimiz Bakara Sûresi 216. âyette mealen buyuruyor: “Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
Yani savaş fıtratın hoşuna gitmez lâkin kangren olmuş bir uzvun kesilmesi gibi bazı durumlarda ise kaçınılmaz olur. Ceddimizin cihad anlayışı da bu temelde filizlenmiştir; kör bir saldırı değil, savunma gibi meşru sebeplere yaslanan çarpışmalardır tarihe kaydettikleri.
Batı dünyası hayata nasıl bakar? Bunu Winston Churchill’in şu meşhur cümlesinde çok net görebiliriz: “Bizim için ebedi dost yoktur, ebedi düşman da yoktur. Sadece İngiltere’nin menfaati söz konusudur.” Bu bakış, Batı medeniyetinin temelini oluşturan 5 dayanaktan birisidir.
Mesnevi-i Nuriye adlı eserde dendiği gibi:
“Eğer istersen hayalinle Nurşin karyesindeki Seyda’nın (k.s.) meclisine git. Onun kudsi sohbetiyle ortaya çıkan İslam medeniyetine bak. Orada fukara elbisesi içinde melikler, insan elbiseleri içinde melekler göreceksin. Sonra Parise git ve en büyük localarına gir. Orada insan elbiseleri giyen akrepler, adam görünüşünde ifritler göreceksin.”
Felsefesi, menfaati için başkalarını yutmakla beslenmek olan Batı’nın cellâtları, bugün Ortadoğu ve diğer İslam diyarlarına çöreklendikleri gibi, 90 yıl kadar yakın bir zaman diliminde Anadolu’ya -altı yönden de- hücuma geçmişlerdi. Bugünkü gibi sahipsiz ve başıboş değildi memleket. Ve millet bugünkü gibi 3 dakikalık keyfe çılgınca koşup da memleket meselesine ardını dönmüyordu. ,
Yurdun dört bir yanından akıp gelerek Çanakkale’ye toplanmış ve orada içtima etmiş devrin aslanları, fazlasıyla kirlenmiş dünyanın sayfalarına kırmızı güller işlenmiş yeni sahifeleri topluca yazmışlardı, yazmışlardı da lâkin bu destan layıkıyla günümüze taşınıp tarif edilebilmiş miydi?
Çocuklarına 1980 evveli fiilen yaşadıkları kendi kavgalarını dahi anlatamamış bir nesil, müthiş felaketlerin yaşandığı o dehşetli zaman dilimine hâkim olan masum ve saf duyguları, şeref ve namus müdafaasını; yedi düvel denen bir Ebrehe sürüsüne karşı, perişan haline bakmadan direnmiş ruhların tasvirini mümkün mü ki yapabilmiş olsun…
Böyle bir endişe yersiz değildi elbette. Kayseri’de bir TV kanalı vatandaşa soruyor: “Çanakkale Savaşını Ruslara karşı mı Japonlara karşı mı yaptık?
Cevap şöyle:
-Japonlara karşı !!!
Yine soruyor muhabir: “peki o zaman cumhurbaşkanımız kimdi?
Verilen cevaba bakın:
-Kenan Evren !!!
O günün çarıklı çaputlu serdengeçtilerinin uğurlarında canlarını verdikleri gelen nesil böyleydi maalesef. Nasıl “Dur yolcu !” diye bağırmaz ki insan… Hangi zaman diliminin hangi bahadırının gömüldüğü yerdir üzerine bastığımız yerler acaba? Üzerinde bizim gibilerin gezinmesinden azab mı duyuyordur? Ruhu, bulunduğu yerde, “Sizin için miydi bütün bunlar, yazık…” mı diyordur, kim bilir?
Düşman ateşiyle yangın yerine dönen karargâhından düşmanın sefil çekilişini izleyen Cevat Paşa: “Gittiler! Geçemediler… Geçemeyecekler…” diye haykırırken emanetin bizim gibilere kaldığını bir bilseydi ne yapardı acep ?
Hayatını feda edebilme meziyetinin doruklarındaki bu kahramanlar, sadece hayatlarını fani bir hayat biçiminden silip ebedileştirmekle kalmadılar. Orhan, Süleyman, Arif, Yahya, Kasım, Receb, Seyyid, Mahmud, İbrahim olan isimlerini tek bir isimde topladılar. Hem öyle bir isim ki, değil sadece bu isimleri, bütün kâinatı bir tohum bir çekirdek gibi nurunda barındıran bir isimde özleştiler, biriktiler. Adları sadece Mehmed oldu. Mehmed Muhammed’in Yozgatça, Çorumca, Vanca, Tarsusca, Bayburtca söylenişiydi.
“Yabancıya tekin sayılmaz bu yerler; Her çamın dibinde bir şehit bekler! Rüzgârları söylet, dinle bak ne der: Geçilmez bu zorlu geçit, geçilmez!”
Âkif diyordu ya, “Asım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.” lakin Çanakkale’nin muhafızları değişince geçmişti düşman Çanakkale’yi gördüğümüz gibi. Eğer geçilmemiş olsaydı, mesela Somali’de Birleşmiş Milletler bayrağı altına gizlenmiş köpekler Müslüman halkın tıfıl çocuklarına tecavüz edebilirler miydi? Mesela Bosna’dan, Irak’tan tecavüz haberleri gelir miydi?
Evlerimiz Çanakkale,..
TV denen Truva atlarıyla sızmadılar mı evlerimize?
Mahallemiz Çanakkale,..
Yumuşak lümpen tipler (!); market ve mağaza kuyruklarındaki israf yarışları; mahremiyet tanımayan gençlik rezaletleri ve diğer berbat manzaralar…
Çanakkale şehrine 3792 sayılı kanun ile verilen Çanakkale Geçilmez altın madalyası da şehidlerin yanına mı gömülseydi yoksa…
O devrin kadını bebeğinin üzerini örtmez, örtüyü cephanenin üzerine serer, düşman mevzilerine yaptığı hamlede bir dağ gibi devrilip şehadet yudumlarken, günümüzün kadınımsı Tarkanlarına tapınan kadınlarını nasıl yorumlamalıydı ki?
Nice gelinlerin yavukluları siperlerde buluşmuşlardı ve geri dönmenin imkânsız olduğu hamleleri yaparak, Cennet adı verilen İlahi güzelliklerin merkezine uçmuşlardı… Şimdi lüks ciplerle kadın peşinde koşan ihale kahramanlarıyla onlar nasıl kıyaslanırdı ki…
Kayıtlara bakılırsa Çanakkale’de metrekareye 6000 mermi düşmüş. 1 metrekareye 2 nefer sığdırsanız er kişi başına 3 bin mermi üşüşmüş demektir bu. Ve Siperler arasındaki mesafe 8 metreye düşmüş. 8 metre ilerinizde sayısız düşman var, nefesini bile duymak mümkün. Mühimmatı, cephanesi bol. Böylece saatler günler geçirmek ne demektir? Yanında maytap patlasa ödü kopan günümüz nesli hiç düşünür mü ki “3 dk sonra öleceksiniz” i yaşamak ne demektir?
“Bir mangada on kardeş, bir bölükte yüz kardeş, Her birimiz bir bölük düşman askerine eş. Yaralanıp düşenler mahzun mahzun bakmakta, O güzel gövdelerden sel gibi kan akmakta. Savaş değil de sanki toydayız düğündeyiz, Kulun Hakka vardığı bir mukaddes gündeyiz. Toprağı santim santim mühürledi kanımız; Ey vatan! Senin için feda olsun canımız.”
Ne korkunç bir alçalış yaşanmış… “O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar ?” hevâ ve heves putunun önünde yerlerde sürünüyor şimdi?
Şehidler ayaklanıp bir gece yarısı evlerimizi neden basıp gırtlağımızı tutup da hesap sormazlar ki?
“Bugün bizden vatan razı olacak; Nefer şehid, ordu gazi olacak” diyenlerin yadigârı nesil nereden bilsin “vatan, şehid, gazi…” ne demektir?
Günümüzün nesli bilir miydi ki, 25 Nisanda Türklerle birleşik kuvvetler arasında siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8–10 metre var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara veriliyor, askerler siperlerine çekiliyor, yaralı ve ölülerin toplandığı sırada iki siper arasında açıkta bulunan bir bacağı kopmak üzere bir İngiliz yüzbaşı bağırıyor, ağlıyor. Ancak siperden hiç kimse çıkıp yardım edemiyor, en küçük bir kıpırdamada yüzlerce kurşuna maruz kalınıyor. Bu sırada Türk siperlerinden beyaz bir mendil sallanıyor ve bir Türk askeri, silahsız, siperden çıkıyor. Onu kucaklayıp kaldırıyor, siperine bırakıyor kendi siperine dönüyor…
Bu nesle anlatan oldu mu ki, Melburn-Avustralya müzesinde sergilenen bir Alay Sancağının plaketinde şu sözler yer almaktadır: “Bu Alay sancağı Çanakkale savaşları sırasında Çanakkale’den getirilmiş fakat esir edilmemiştir. Türk ordusunun geleneklerine göre bir alay’ın sancağı, Alayın son eri ölünceye kadar teslim edilmez. Bu sancak, sonuncu muhafızın da altında ölü yattığı bir ağacın dalına asılı olarak bulunmuştur. Kahramanlık timsali olarak karşınızda duran bu Türk Alay sancağını selamlamadan geçmeyiniz…”
Muhammed’in (asm) Mehmedleri, Sancak yemininde “Namusum üzerine and içerim ki; bu mukaddes nöbetim devamınca gözümü bir saniye olsun O’ndan ayırmayacağım. Sancağımı canımdan aziz bilip O’nu daima yükseklerde tutacağım. Renginin bedeli, kanım olsun. Kumaşının bedeli; tenim olsun. Parıltısının bedeli; canım olsun. Ayyıldızına, varlığım feda olsun. Yazısını, vicdanımda tertemiz saklayacağım. Gönderini, milli imanımla sımsıkı tutacağım. Hamaili, iman dolu göğsümde namus, çökmez omuzlarımda en şerefli sorumluluk olarak kalacaktır. Bu sancağı benden sonra sağ kalana teslim etmeden ölmek bana haram olsun. Nöbetimi bir ibadet vecdi içinde tutacağım. İçtiğim bu anda bağlı kalacağımın işareti olarak sancağımı öpüyor ve teslim alıyorum.” der de yeminlerine sadık kalmazlar mıydı sanki…
Bu nesil, TV’deki magazin programlarından başını kaldırıp da kime sorup öğrenecek, 5-6 Haziran 1915 gecesi 3. Kirte Muharebesinde bir gecede tam 9000 şehit verilmiş ve buradaki kahramanlar bu mevziden düşmanı süngü hücumu ile atmış ve 3. Kirte zaferini kazanmıştır… Diye?
Kim biliyordu ki, “Ya var Olup yaşamak, ya kanlı zulüm artık; Ya sımsıcak bir dünya; ölümse ölüm artık” inancıyla savaşanlardan, 1934 yılında cesedi ve elbisesi zerre kadar bozulmamış olarak bulunan 27. Alay’dan Mehmet Çavuş’un, 27. Alay’ın 2. Taburu’nun cephanesi bittiği anda, düşmana, taş ve sopayla saldırdığı Cesaret diye anılan bir tepede gömülü olduğunu?
Bu nesle anlatan mı oldu, Yahya Çavuş Anıtı’nda yazılı olan “Bir Kahraman takım ve de Yahya Çavuş’tular, Tam üç alayla burada gönülden vuruştular, Düşman tümen sanırdı bu şaheser erleri, Allah’ı arzu ettiler, akşama kavuştular.” Diye özetlenen destanı?
Ian Hamilton anlatiyor: 23 Nisan 1915 saat 10’da Queen Elizabeth kuzey yönünde ağır yolla ilerlemeye başladı ve Y Plajı noktasına (Zığındere ağzı) vardık. Aniden karşı yamaçlardan sahile doğru bazı birliklerin ilerlediklerini gördük. Gördüklerimiz bizim askerimiz miydi yoksa Türk öncü birlikleri mi? Parıltılar süngülerden geliyordu ve bunlar Türk birlikleriydi. Yüz kişi kadar olan kuvvetli bir Türk müfrezesi dövüşün havasına dalmış olmalı, Queen Elizabeth’in makineli tüfek menzili içindeki sahil boyunca, bir grup birliğimizi püskürtmekle meşguldüler. Başlarında kılıçlarını çekmiş subaylar koşuyorlar. Queen Elizabeth şarapnel yağdırmaya başladı. Dev gibi mermi Türk hatlarının 40-50 metre sağında patladı ve 10 bin misketli şarapnel şimşek gibi çarptı. Duman, toprak ve taş cehenneminin örttüğü arazide her şey sükûnete döndü. Uzun süre arandık, baktık. Türk askerinden canlı kimse kalmamıştı…
Başka bir sahne… Daracık bir alana tam 4650 adet top mermisi yağar… Derler ki: artık bir karıncanın dahi burada yaşaması mümkün değil… Mehmedlerin mermileri azalmış; kumandanları talimat veriyor: “aman evlatlarım, sakın merminizi boşa harcamayın, ikisini bir araya getirin öyle ateş edin…” Ve 63 nefer, bir alay düşman askerini bu kumsala serer…
Çanakkale mahşerinde, cenneti canları mukabilinde satın alanların memleketlerindeki alacaklılarının Borç Defterinde, adlarının üzerinde kırmızı çizik ve altında da şöyle bir not olduğu anlatılır: “Borçlarını Çanakkale’de kanlarıyla canlarıyla ödediler…”
Alt katta şehidlerin, üst katta fuhşun olduğu bu topraklarda onlar “Dönmeyi düşünmeyenler” di.
Şimdi hep birlikte ya ağıt makamında “allı turnam bizim ele varırsan” türküsünü gözyaşlarıyla ıslatarak söylemeye başlamalı ya da “Kalksam ve Dirilsem” marşını…
Ve sanki ol Şehidlerin Allah’tan şunu istedikleri 90 sene ileriden duyuluyor gibi: “Ya Rabb… Bizi dünyaya tekrar gönder ve Sen’in uğrunda bir kere daha şehid olalım…”
Mehmedlerin Nebisi Aleyhissalatü Vesselamın şu fermanı da taa bu asra kadar duyulmuyor mu sanki: “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile, dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehid, gördüğü itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehid olmayı ister…”
“Dağ doğurdu su kabardı Boğaz’da, BİSMİLLAH deyince Seyit Onbaşı. Nur serpildi Seddülbahir üstüne, BİSMİLLAH deyince Seyit Onbaşı.”
“Yaprak dala, dal gövdeye dayandı, Çiçeklerin rengi ala boyandı, Siperde ilâhi ışıklar yandı, BİSMİLLAH deyince Seyit Onbaşı.”
“ALLAH ALLAH sesi geldi derinden, Belli ki Mehmet geçti serinden; Kuş yuvadan kalktı, martı yerinden, BİSMİLLAH deyince Seyit Onbaşı.”
“Okka artık başka yerde ağırdı, Gök yağmuru, ay yıldızı çağırdı, Ve bir şehit ateş diye bağırdı, BİSMİLLAH deyince Seyit Onbaşı.”
“Mermi şimşek olup çıktı namludan, Dalga sanki kopmuş gibiydi sudan. Boy attı filizler, büyüdü fidan, BİSMİLLAH deyince Seyit Onbaşı.”
Hayy ismi tecelli etsin ölmüş katılaşmış çürümüş yüreklerimize……
Kalkıp dirilelim İnşaAllah