Kafir ruhunu hiç merak ettiniz mi ?
Böyle bir hayat nasıl yaşanabilir, nasıl hayatlarını sürdürebiliyorlar ?
İmansızlık insan ruhu için dehşetli bir azab kaynağıdır.
Henüz Cehenneme gitmeden dünyada manevi bir cehennem hayatı yaşatır.
Yâri, evladı, torunu gibi bütün sevdiklerinden hem de dönmemek üzere sonsuza kadar ayrılacağını düşünmek insanı kahreder elbette.
Ahirete imanı olmadığı için kendi akıbetinin böyle sonsuz bir hiçlik ve karanlık olduğu evhamını yaşamakla birlikte bu azabına ilaveler yapar bir de.
Çünkü insan yakınlarının saadetlerinden mutlu olduğu gibi, onların azab görmelerinden de elem duyar.
İmansızlığı ona anne baba ve diğer bütün yakınlarının da bir gün sonsuz karanlıklara gömülüp kaybolacaklarını fısıldadığı için manevi azabı katlanır.
İtikadsızlık, içindeki nice güzelliklerle birlikte şu koca dünyayı o insanın nazarında bir matem yerine çevirir.
Her neye baksa, ayrılık zehrinin kederi batar yüreğine.
Kalbine uzanan ve sıkıp boğan pençe gibi, elemli, dehşetli, ezici daha nice evhamı üretir imansızlık.
İnsanın yüreğini paramparça yapan öyle müthiş bir bakış ki bu, yeryüzündeki bütün canlılar ona göre ağlayan yetimlerdir, insanlar ve hayvanlar ecelin pençesiyle paramparça edilen ruhsuz, kimsesiz, başıbozuk cesetlerdir.
Bu hale ruh dayanamayacağı için, unutmak adlı perdeye sarılır böyleleri ve kalın bir gaflet yani Allah’tan habersizlik, ilgisizlik ve uzaklığı çare olarak görür.
Bu elemleri algılayacak olan hislerini iptal edip, devre dışı bırakma yolunu tutarlar.
Toplum içerisinde samimi ortamlarda dini bahisler açılınca telaşla konuyu kapatıp başka konulara geçmeye çalışmak gibi hallerin daha büyüklerini tasavvur edelim.
Günahlarda çirkin de olsa şeytani bir zevk bulunabilir ancak küfürde lezzetin zerresi olamadığı gibi, insanın kederini, karanlığını, manevi azab halini kat kat artıran korkunç bir ruh halidir.
İtikadsızlık, kâinatın intizamına mantık gözünü kapadığı için, o nizamın sahibini de görmez.
Yıldızlar başıbozuk şekilde fezada gezinirler, her an birbirleri ile çarpışabilirler ve onun başına dev parçalar düşebilir.
Bir kumandanın o dev kütleleri emri ve dizgini altında bir hesap üzere gezdirdiğine iman etmedikleri için sürekli korku, telaş ve elem içinde böyle tedirginlikle dopdolu bir ruh hali yaşarlar.
Bir cehennem zakkumu etkisi üreten bu anlayış, sahibini bu dünyada bir cehennem hapsinde daima boğar durur.
Bu müthiş korkuları hissetmemek ve kurtulmak için buldukları tek çare ise günahlı eğlencelere dalmak ve ruhu sarhoş etmektir.
Böyle bir ruhun her an imdat imdat diye feryad ettiği açıktır.
İmansızlığın insanın hayatını nasıl kabusa çevirdiğinden bir nebze bahsettik, her gün, her dakika solunan kaygı ve hüzünlerle dolu bu yaşantıdan kurtulma konusuna bakalım biraz da.
Resulullah Efendimiz (asm.) mealen: “”Bir adamın seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” (*) buyurarak imanın ehemmiyetine vurgu yapmıştır.
Evlat, torun veya sevgili gibi en sevdiğimiz birisinin –Allah muhafaza buyursun- ölüm döşeğinde olduğunu tasavvur edelim. Tıbben ümit yok. Büsbütün çaresiz bir hal.
Böyle bunalmış, çözümsüz kalınan anda, adeta Hızır gibi bir tabibin yetişip içirdiği ilaçla birden şifa bulduğu, o sevimli ve güzel yakınımızın gözünü açıp, ölümden kurtulduğu o anki mutluluk, duyulan ferahlama ve sevinç nasıl tarif edilir ki ?
İşte ahirete iman, mazideki ölmüş sevdiklerimiz dâhil sonra ölecek olanların da çürüyüp yok olmayacaklarının ve bir gün hepsinin tekrar dirileceklerinin İlahi bir müjdesidir.
Dalâletin bir parça anlatmaya çalıştığımız o müthiş manevî elemini her an ciğerlerinde hisseden birisine iman ile hidayet ihsan etmek, o karanlıklar içerisinde boğulan şahsı, birden, bütün kâinatın Yaratıcısı, Hükümdarı ve Mâbudu ile muhatap bir kul derecesine çıkartıyor.
O iman vasıtasıyla sonsuz ve ebedi bir saadet, şahane ve çok geniş ve muhteşem baki bir mülk ve sonsuz bir dünya ihsan edilmiş oluyor.
Sadece bir tek şahsa iman vesilesiyle yapılan bu muhteşem ihsanları, biraz daha geniş bakıp, Adem peygamberden (a.s.) bugüne dek gelmiş, gelmiş ve kıyamete kadar gelecek olan bütün müminlere de tek tek ve derecelerine göre farklı farklı ihsan edildiğini idrak ettiğimizde Rabbimizin ne kadar cömert, ne kadar merhametli, ikram ve ihsanlarda bulunup sevindirmeyi ne kadar seven bir Zat olduğunu daha iyi anlarız.
Eğer evvelki yazımızda bahsettiğimiz gibi vahdet nazarıyla bakamazsak, bir tek örnekte takılır kalırız ve Cenab-ı Hakkın bu muhteşem ve mukaddes sıfatlarını hakkıyla anlayamaz, daracık manalarla sınırlamış oluruz.
Hem o şahsın kalbine iman nurunun bırakılmasını ya onun kendi nefsine veya birtakım sebeplere bağlamak gibi bir yanlışa da düşebiliriz.
Dolayısıyla o iman ve hidayetin kıymeti de kıymetsizliğe dönüşür.
İşte, ancak tevhid penceresinden bakılabilirse kalben görülüp ruhen hissedilebilen Rabbimizin ilahi cemal ve kemalinin güzelliklerini bu yolla seyredip zevk alabildikleri için Peygamberin hakiki varisleri ve bütün evliya, adeta manevi rızıkla beslenir gibi kelime-i tevhid olan Lâ ilâhe illâllah’ı sürekli olarak tekrar edip dillerinden düşürmemişler.
Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz de mealen ferman etmiş ki: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah kelâmıdır.” (**)
(*) Buhari, Cihad: 102, 143; Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 34; Dârimî, İlim: 10; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr: 6:359, hadis no: 9606.
(**) Muvatta’, Kur’ân, 32, Hac, 246; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:153; el-Elbânî, Sahihu’l-Câmii’s-Sağîr, n: 1113.
İlk yorum yapan siz olun