Bazı tabirler var ki anahtar gibidir, çok manaların kapısını açarlar.
Mesela cüz’den küll’e intikal veya bütüne nazar etmek ifadeleri gibi.
Bu anahtar, bizim bilmemiz gereken şeyi daha kuşatıcı, daha etraflıca, daha doğru şekilde öğrenmemizi sağlar.
O şey ile alakalı parçaya bakmak çoğu zaman o şeyi anlamaya yetmez.
Mesela köy odasında sohbette birisinden bahsediyoruz ve diyoruz ki o büyük bir adamdır.
Oradakilerin zihninde bir büyüklük tasavvuru dolaşmaya başlıyor.
Kiminde köyün en büyüğü olarak bilindiği için ya muhtar veya ağa canlanıyor, biraz daha güngörmüşler ilçenin kaymakamını, başkaları ilin valisini filan tasavvur ediyorlar büyüklük ölçüsü olarak.
Veya ülkemizin zenginlerinden birisine ait olan bir fabrikaya bakıyoruz ve çok zenginmiş kanaati oluşuyor bizde.
Çok ama ne kadar çok?
Netliği, gerçekliği ve kesinliği olmayan bir kanaat oluyor bu.
Doğruyu öğrenebilmemiz o zatın servetinin diğer kısımlarını da öğrenmekle mümkün olur ancak.
“Aa şu tesis de ona aitmiş, bu ürünü de o imal ediyormuş” gibi adım adım tamamlanan bir öğrenme.
İşte tevhidi doğru olarak anlamak da bir bakıma böyledir.
Tevhid, her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilmek ve inanmaktır.
Eğer başta zikredilen anahtarı kullanmaz isek bu hususta doğru görüntüye ulaşamayız.
Sonsuz merhamet sahibi Rabbimizin her bir varlığa rahmetinin hususi tecellisi, sınırsız şefkati var.
Bu şefkatinin sonsuz güzellikleri sinema şeridi gibi dünya yüzünde sayısız sahnelerde sergileniyor.
Allah, bu sonsuz şefkat ve rahmetini her bir varlıkta en güzel şekilde gösteriyor.
Eğer böyle olmasaydı, mesela şifa ve deva diye bilinen nimetlerini vermeseydi, bir sineğin ısırığının acısını bile ölene dek çekecektik.
Mesela bir hastayı izliyoruz, ilaç kullanıyor, sıhhatine kavuşuyor.
Eğer tevhidin buradaki cilvesini göremezsek bu şifa verme fiilini o ilacın tarifesinde miktarlarıyla yazılan kimyevi maddelere veya tabibin kabiliyetine bağlayabiliriz.
Halbuki, o hastadan başımızı kaldırıp o şehirdeki diğer hastalara, daha da geniş nazar edip bütün yeryüzündeki hasta insanların şifa bulması gerçeğine, ona da kanaat etmeyip mesela hayvanat âlemini de dâhil ederek çok daha geniş âlemlerdeki şifa tecellilerini de hesaba katarsak ancak yeryüzünde egemen ve bir tek zatın iradesiyle hâkim olan bir kanunun varlığını hissedebiliriz.
Bütün bunların aynı zatın eseri olduğunu, tesadüf olamayacağını, bu kuşatıcı kanunun ancak ilim, irade ve kudreti olan birisinin eseri olabileceğini hâlbuki ne ilaçtaki maddelerde ne de doktorda bu özelliklerin olmadığını itiraf edip anlayabiliriz.
Aksi halde, bir tek hastada odaklanmak bizi köreltir, şifa ve deva konusunu kavramada körlüğümüzü netice verir.
Yine mesela bebeğimiz oldu, onun doğumuyla paralel annesinde bebeğin ihtiyacına tam uygun şekilde süt faaliyeti de başladı.
Yani rızkı onunla birlikte adeta atbaşı geldi hem de tam onun o haldeki yapısına en uygun kıvamda olarak.
Bu otomatik rızıklandırma ve besleme kanunu çoğumuzun dikkatini çekmez.
Halbuki bu sütün oluşumu bile başlı başına bir mu’cizedir.
Kanın ve fışkı denilen pisliğin arasından hem de onlara karışmadan bembeyaz ve safi sütün gelmesi sürekli yaşanan bir gerçeklik olduğundan alışılmıştır ve kimselerin dikkatini çekmez.
Süt bebeğe yani insanın en aciz zamanında gelmektedir.
Bu yetmiyor gibi, anneye de şefkat yüklemesi yapılarak evladının hizmetine amade edilmektedir.
İşte yine nazarımızı cüz’den kaldırıp küll’e çeviriyor ve görüyoruz ki sadece bizim bebeğimizde yaşanmıyor bu hakikat.
Bu şehirdeki, bu memleketteki, bu kıt’adaki hatta bütün yeryüzündeki anneler ve bebeklerinde sürekli yaşanan ve hâkim olan aynı kanunla karşılaşıyoruz.
Nazarımızı daha da genişletip, hayvanların bebekleri ve annelerini de hesaba katınca ancak daha üst boyutta bu canlılara merhametin eseri olan rızıklandırma fiilinin cilvelerini seyrediyoruz.
Böyle bakılmadığı takdirde Cenab-ı Hakkın rahmetinin güzelliği hakkıyla görünemez ve nazarlarımızdan gizlenmiş olur.
Hatta çoğu zaman bu gelişmeleri başka sebeplere bağlar ve Rabbimizi devre dışı bırakmış oluruz.
İlk yorum yapan siz olun