Kur’an kibirle alakalı çok uyarılarda bulunur.
Şeytanın lanetlenmesine kibri sebep olmuştur.
Kibir bazılarının iman etmeme, bazı kimselerin de ibadetten kaçınmasının sebebidir.
Kimileri de Bakara 87’de “Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?” denildiği gibi Peygamberlerine kibir ve hevaları sebebiyle isyan etmişlerdir.
“Ben onları senin bağışlaman için her davet ettiğimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ısrar ettiler, kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nuh:7) gibi nice ayetler dikkati bu sıfatın insanı çekip götüreceği azaba çevirir.
Rabbimiz “Hem insanlara karşı avurdunu şişirme (kibirlenme) ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez.” (Lokman:18) gibi ayetlerle kibri sevmediğini bize ders verdiği gibi, “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizi anlamaktan uzak tutacağım.” (A’raf:146) diyerek bu halin idrak körlüğü gibi tehlikeli sonuçlarına da dikkat çekmiştir.
İnsanoğlundaki bu sıfatı pekiştirip besleyen birtakım sosyal cereyanlar da incecik bir ip halindeki bu damarı kalın bir urgana çevirmiştir.
İnsanlık tarihine bu konu bağlamında bir bakalım…
İnsanoğlu yer küre üzerinde siyasi toplum hayatı bakımından farklı devreler yaşamış.
Birinci devre ilkel, yabani, göçebe, vahşet devri.
Sonrasında kölelik devri.
Ardından feodalizm, sömürgecilik, esir devri.
Peşinden sanayi devrimi sonrası ücretli işçilik dönemi.
Ve son olarak da içinde bulunduğumuz serbest mülkiyet yani serbestiyet dönemi.
İlkel devre dinin terbiyesi gibi etkenlerle aşama aşama yarı medeni devre yol açmış. Fakat zeki ve kuvvetli olanlar insanların bir kısmını köleleştirip hayvan muamelesine tabi tutmuşlar.
Sonra kölelerin uyanış dalgalanmaları kölelik devrini esir devrine çevirmiş.
Bu arada ‘hükmetme hakkı galip ve kuvvetli olanındır’ biçimindeki zulüm ilkesi her iki devrede de diridir, canlıdır. Bu ilke sebebiyle kuvvetli olanlar zayıflara esir muamelesi yaptıklarından zulümler devam etmiş.
Sonra Fransız İhtilali gibi birçok çalkantıların tesiriyle esirlik devri de işçilik devrine dönüşmüş.
Bu devrede ise üst tabaka olan zenginler sınıfı, sermaye sahipleri fakir halk tabakalarını yani emekçi sınıfı ücret karşılığında hizmetçi olarak kullanmışlar.
Bir zenginin hiç çalışmayıp, banka vasıtasıyla bir günde büyük servetler kazandığı halde, sabahtan akşama kadar en zor şartlarda çalışan amelelerin ise ancak ölmeyecek miktarda para kazanabildiği bir dönem.
Bu hal tabii olarak müthiş bir kin birikimi oluşturarak, emekçi tabakaları zenginler sınıfına karşı isyana sevk etmiş.
Üst sınıfa tahammülsüzlük ve kin şeklinde gittikçe genişleyen bu dalga Sosyalizm biçimine dönüşerek dünyanın her yerine yayılmış.
Seçkinler tabakasına karşı yayılan bu nefretin farklı yansımaları da olmuş, emek-sermaye çatışması dışındaki konularda bile üst tabakaya tahammülsüzlük bir anlayış olarak insanlar arasında hastalık gibi yayılmış.
İşte evliyayı inkâr, peygamberi bir postacı gibi görme eğilimlerinin ardında bu sosyolojik gelişmelerin de büyük oranda etkisi vardır.
Büyük kabul etmeme meylinin daha da ötelere ulaşarak, Peygamberin getirdiği kitaba iman ettiğini söylediği halde, mağrur ve kibirli şahısların dilinden peygamberi dahi küçümseme şeklindeki tezahürlerine de sıkça rastlanmaktadır.
Peki, kibir sebebiyle karşı tavır alınan Peygamber çizgisi tarafında durum nasıldır ?
Efendimiz (sav) sahabelerine bir ikram sırasında hizmette bulunurken, uzaklardan gelen bir atlı yanlarına yaklaşır ”bu kavmin efendisi kim, O’nu arıyorum?” diye sorar.
Efendimiz (sav), gurur olur endişesiyle ”Benim” diye cevap vermez.
O an sahabelerine hizmet etmekte olduğundan şu sözlerle karşılık verir, ”bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir.
Yavuz Sultan Selim Han; üst üste büyük fetihlerden sonra dönerken, İstanbul halkının kendisini büyük bir heyecanla beklediğini haber alır. Bunun üzerine şehre yaklaşmış olmasına rağmen, ordusunu Çamlıca’nın arka eteklerinde konaklatarak hemen İstanbul’a girmez. Nefsine mağlûp olmamak için lalası Hasan Can’a; “Hava kararsın, herkes evlerine dönsün de ondan sonra İstanbul’a girelim. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” der. Akşam olup her yer karardıktan sonra gizlice ve gösterişsiz bir şekilde şehre girer.
Bunlar gibi sayısız yaşanmışlık bu hastalığın hakkından gelecek tabibin kim olduğunu, reçetenin ne olduğunu apaçık gösteriyor.
İlk yorum yapan siz olun